Yolculuk yazıları

Balık Pazarı

Kafayı bulmuşuz oldukça (peşimizdekinin raporu dolgun olacak bu akşam…) Tünel’den Galatasaray’a kadar her yer siyah-beyaz. Fakat Balık Pazarı’na varınca renk cümbüşü patlak verecektir. Buraları bir deniz altı ülkesidir, batmış gemi ve gemicileri ile… La’l rengi, çivit rengi, bal rengidir bu dipler… Kâh biçim ağır basar, kâh renk… (Voyvo’lar artık kesildi.) Renk-biçim çelişmesi yeni bir tartışma konusu değil.

Baudlaire özetlemiştir sorunu.:

“Renkçiler doğa gibi çizerler; biçimleri, renkli hacimlerin ahenkli bir direnişi ile doğalca sınırlarlar. Saf çizgiciler filozofturlar ve özün özünü soyutlayarak imbikten geçirirler. Renkçiler destansal şairlerdir.”

Mevlânâ, soyutlamalara, özün özünü imbikten süzmeye yatkın: “Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin…” Musa ile Firavun kavgasını dile getiren Mevlânâ, renksizliği (yokluğu) esas, rengi (varlığı) ek sayar. Fakat çatışmalar, çelişmeler sonsuzdur: “Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü”, iç çelişkiler kuralı, böylece (renk) varlık, (renksizlik) yokluğu esir edecektir… Diyalektik kural.

Arif’in davranışı, bir bakıma, renksizliği renge esir etmeme çabasıdır. Yine de: “Şaşılacak şey… Bu renk, renksizlik âleminden zuhura geldiği halde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?”

Arif’in tersine, Muallâ’nın davranışı, bir bakıma, rengi renksizliğe esir etmeme çabasıdır. Denilebilir ki çizgisi renk, rengi çizgidir. Resimlerinde çizgi ile renk girift bir ilişki içindedir. Kâh renk altında çizgileri belirir, kâh çizgileri tüm renk kesilir.

Ayaküstü tartışıyoruz. Renksizlikle rengin savaşı ressamları oldum olası düşündürmüştür. Corot nedense, “Benim için renk, arkadan gelir” demişti. Oysa ki rengin ve ışığın en ince ürpertilerini yansıtmış bir ressam. Gauguin kesip atar: “Çizgi renktir…” Her çizgide, “gizilgüç” (potansiyel) bir renk vardır, anlamına söylenmiş bir sözdür bu. Gerçi Gauguin siyahı da bir renk sayar… Van Gogh’a gelince, onun rengine ne Musa ne de Firavun akıl erdirebilir: “Ya hakikatin savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır. Yahut ne savaş ne hikmet… Hayretten ibarettir. Bu, viraneliktir, içinde define aramak gerek.” (Mevlânâ)

Defineyi arayaduralım, satın alma gücünü yitirmemiş Akademili bir arkadaş, upuzun Edip Hakkı füze gibi bir masadan fırlar, Muallâ’nın boynuna sarılır, yaka paça yanına oturtur sevinçten tepinerek…

La’l şarabın mezesi dostluktur ve bu dostluk uğruna la’l şarap denizine balıklama atlanır, derinliklerinde yüzülür yosunlar arasında… Arkadaşımızın masasında sürdürüyoruz tartışmayı: Matisse, “Duygularımı renk aracılığıyla algılıyorum” der. Braque, “Biçimler ve renklerle düşünüyorum” kanısında. Klee, “Renk ve ben, bir’im” sonucuna varır… Sonu yok bu tartışmanın. Renge banmış bir sünger halindeyiz, deniz altı imgeleri yoğunlaşır, artık çepeçevre balıklar üşüşüyor etrafımızda, küçükleri bölük bölük, irileri teker teker: haşmetle yüzen bu balina Yahya Kemal mi ola? Derken bir mürekkepbalığı kendini Degüstasyon’a atar, Peyami Safa sanırım… Arkasından Kısakürek balığı görünür, bir o yana, bir bu yana, gerilerde duran iki kefal balığını görürse, (Hilmi Ziya ile Şekip Hoca), yandılar, çekişe çekişe kuyruklarını koparacaktır… Birdenbire kuma gömülü bir dil balığı kıpırdar, Tanpınar’dır o.

Bildiğiniz ve bilmediğiniz bütün balık cinsleri çevremizde yüzmektedir, siyasi köpekbalıklarından, kapıkulu istavritlere kadar… Oyuklarda iri gözlü iskorpitler çullanmaya hazır, fırsat bekliyorlar…

Bir de barbunyalar, pembe tekirler geçer, denizkızları sivri memeli, dünya güzeli hepsi, meyve ve çiçekleri didiklerler, kucak kucak renkler içinde, yumuşak, esnek… Artık renkler birbirine karışır, biçimler sınırlarını yitirir… önceleri, bir esrarkeş nakkaş ustasının elinden çıkma ayrıntılı ve matrak bir duvar resmini andıran Balık Pazarı, sonraları, akıtmacalı soyut bir suluboya haline gelir…

Dikkat!

Yakası kalkık, ceketinin içinden bir silah namlusu gibi omuzuna yaslanmış ney’i ile, Pasajın kemeri altında Neyzen Tevfik görünür…

“Körler çarşısında ayna sattırdın Felek!” demeye gelmiş bir hali var, hışımlı…

Yüzünde perde perde dertler ürperir, Neyzen halk adamıdır, görkemlidir, üç boyutludur, saldıracak bir boğa gibidir, burnundan solumaktadır, bakınır…

Belki çok geçmeden, uyaklı küfürleri kentin suratına çarpacak, belki de hiç belli olmaz, bir masaya çökecek, ney üfleyecektir, bir uşak dörtlüsüne girişip: “Ney, kan dolu yoldan bahsetmede…”

Ertesi sabah, hep aynı soru tekrarlanır: “Üç-beş kuruş kazanmak gerek, ekmek parası aslan ağzında, bugün resim yapabilecek miyiz?” Gauguin’in 1879’da bir arkadaşına yazdığı gibi: “Ne çok vakit yitiriyoruz gündelik ekmeğimizin uğruna…”

Gören Göz İçin Fikret Mualla. Abidin Dino. Kırmızı Kedi Yayınevi. 2017