Yolculuk yazıları

Devlet


“Kitlenin başı sıkıştığı, ya da canı bir şey çektiği zaman aklına ilk gelen, herhangi bir çabaya, uğraşa, kuşkuya ya da tehlikeye düşme gereği duymadan, o olağanüstü makinenin bir düğmesine basıp harekete geçirerek isteklerini elde etme olanağıdır. Kitle kendi kendine “L’Etat, c’est moi” (Devlet benim) der. Bu büyük bir yanılgıdır. Nasıl iki kişiyi, sadece ikisinin de adı John değil diye birbirinin eşi olarak tanımlayabilirsek, Devlet’le kitleyi de aynı düzende eşlikle tanımlayabiliriz ancak. Çağdaş Devlet’le, kitlenin tek ortak yönü, ikisinin de adsız oluşudur. Ama kitle insanı Devlet olduğuna gerçekten inanır ve giderek artan bir hevesle herhangi bir sözde nedenle makinesini çalıştırma ve kendisine huzursuzluk veren yaratıcı azınlığı eziverme eğilimini gösterir. Bu yaratıcı azınlık, onu huzursuz kılan bu güç, ister politik olsun, ister düşünsel olsun, ister endüstriyel olsun; kitle onun başını ezmekten başka bir şey düşünmez. 

Bu eğilimin sonucu öldürücüdür. Kendiliğinden oluşan toplumsal eylem, bir, bir daha, bir daha Devlet tarafından yarıda kesilip engellenecek ve meyve verecek yeni bir tohum kalmayacaktır geride. Toplum, Devlet için; kişi, yönetim makinesi için yaşamak zorunda kalacaktır ve ne denli güçlü olursa olsun, Devlet, varolmasını ve varlığını sürdürmesini çevresindeki canlı desteklere borçlu olan bir makineden başka bir şey olmadığı için, toplumun iliğini kemiğini emdikten sonra kanı çekilecek, bir iskelet oluverecektir.  Bir canlı organizmanın ölümünden çok daha korkunç olan makinelere özgü o paslı ölümle ölecektir.

Eski uygarlığın acı yazgısı bu oldu. Hiç kuşkusuz Julius’larla Claudius’ların kurdukları imparatorluk Devleti özenilecek bir makineydi ve salt kuruluş yönünden soylu ailelerin kurdukları cumhuriyetçi Devlet’ten kat kat üstündü. Ama dikkate değer bir rastlantı ile bu Devlet tüm aşamalarını gerçekleştirip en olgun düzeyine ulaştığında, toplum bünyesi yozlaşmaya başladı. 

Antonine’ler devrinde bile (2. Yüzyıl) Devlet, yaşama karşı üstünlüğüyle toplumu ezer. Toplum köleleşmeye başlar. Devlet hizmeti dışında bir yaşama olanağı kalmaz.  Yaşamın tümü bürokrasiye dönüşür.  Ya sonuç ne olur? Yaşamın bürokratlaşması, bütün alanlarda mutlak bir yozlaşma. Servetler batar, doğumlar azalır. O zaman Devlet, kendi gereksinmelerini yerine getirebilme amacıyla, yaşamı daha da bürokratlaşmaya zorlar. Bu ikinci derecedeki bürokratlaştırma, toplumun askerileştirilmesi (militarizasyon) biçiminde oluşur. Devletin en önemli gereksinmesi savaş aracı, yani ordudur.  Devlet, her şeyden önce güvenlik sağlayıcıdır (şunu hemen ekleyelim ki, kitle insanını doğuran bu güvenlik olmuştur). Güvenliği sağlamak için de her şeyden önce ordu gereklidir. Afrika asıllı Severus’lar dünyayı askerileştirirler. Ne boşuna emek! Sefalet artar.  Kadınlar her gün biraz daha kısırlaşırlar. Asker kıtlığı başlar. Severus’lardan sonra, ordu yabancı askerlerden toplanmaya başlanır. 

Devletçiliğin çelişik, trajik gelişimi bilmem böylece açıklanmış oluyor mu?  Toplum daha iyi yaşama amacı ile, bu amacını gerçekleştirecek araç olarak Devleti yaratır.  Sonra Devlet toplumun üstesinden gelir ve toplum Devlet için yaşamaya başlar. Ama bu durumda bile, Devlet hala toplumun üyelerinden meydana gelmektedir. Ancak kısa bir süre sonra, bu kişilerin desteği Devleti ayakta tutmaya yetmez ve Devlet yabancıları yardıma çağırmak zorunda kalır.  Önce Dalmaçyalıları, sonra da Almanları.  Bu yabancılar Devleti ele geçirirler ve toplumun geri kalan bölümünü de egemenlikleri altına alırlar. Ülkenin kendi kişileri bu yabancıların kölesi olarak yaşamak zorunda kalır. Kendileriyle hiçbir ortak yanları olmayan yabancıların kölesi olurlar. Devletin işe el koymasının, olaylara karışmasının yol açtığı sonuçlar şudur: insanlar Devlet denen makineyi doyurup çalıştıracak birer yakıt durumuna dönüşürler. İskelet, kemikleri kaplayan etleri kemirip tüketir. Binanın yapımında kullanılan iskele evin sahibi ve kiracısı durumuna gelir.”

Kitlelerin Ayaklanışı. Ortega Y Gasset.  May Yayınları.  1968.