“Dünyanın dört bir yanında kendini gerçekliği yakalamaya adamış, didinip duran şu genç fotoğrafçılar aslında ölümün ajanları olduklarını bilmiyorlar. Zamanımız Ölüm’ü böyle alır: Fotoğrafçının bir bakıma profesyoneli olduğu, bilinçsizce “canlı” olanın yadsıyan mazereti ile. Çünkü Fotoğraf’ın 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan “ölüm bunalımı”yla tarihsel bir ilişkisi olmalıdır; bana kalırsa, Fotoğraf’ın ortaya çıkışının toplumsal ve ekonomik bağlamdaki yerini durmadan değiştirmektense, bir yandan da Ölüm ve yeni görüntünün insanbilimsel yerini soruşturmamız gerekir. Çünkü ölüm, toplum içinde biryerlerde olmalıdır; artık (ya da eski şiddetiyle) dinde değilse başka bir yerde, belki de yaşamı korumaya çalışırken Ölüm’ü yaratan bu görüntüde olmalıdır. Geleneğin gerilemesi ile çağdaş olan Fotoğraf, modern toplumumuzda simgesel olmayan bir Ölüm’ün zorla girişine, din ve gelenek dışında gerçek anlamıyla Ölüm’e ani bir dalışa karşılık gelebilir. Yaşam/Ölüm; bu örnek, en baştaki pozu en sondaki baskıdan ayıran yalın bir klik sesine indirgeniverir.
Fotoğraf ile düz Ölüm‘e gireriz. Birgün bir dersimden çıkarken birisi bana hor görerek: “Ölümden çok düz söz ediyorsunuz.” demişti – sanki Ölüm’ün dehşeti onun yavanlığı değilmiş gibi! Aslında dehşet şudur: en çok sevdiğim insanın ölümü ve O’nun derinlerine inip dönüştüremeden bakıp durduğum fotoğrafı hakkında söyleyecek bir sözümün olmaması. Sahip olduğum tek “düşünce”, bu ilk ölümün sonunda kendi ölümümün de yazılı olduğudur; iki ölüm arasında beklemekten başka yapacak bir şey yoktur; şu ironiden başka da bir kaynağım yoktur: “söylenecek şey yok”tan sözetmek.
Fotoğrafı dönüştürebilmenin tek yolu onu değersiz bir şeye dönüştürmektir; ya çekmece, ya da çöp kutusu. Fotoğraf yalnızca kağıdın genel (yokolabilir) kaderine sahip değildir; daha kalıcı yüzeylere yapıştırılsa da hala ölümlüdür: tıpkı yaşayan bir organizma gibi, filiz sürmüş gümüş tanecikleri düzeyinde doğar, bir an serpilir, sonra yaşlanır… Işık ve nemin etkisiyle solar, zayıflar, yokolur; onu kaldırıp atmaktan başka yapacak şey yoktur artık. Eski toplumlar yaşamın yerine konan anının ilksiz ve sonsuz olduğunu, en azından Ölüm’ü anlatan şeyin ölümsüz olması gerektiğini düşünmüşlerdi: bu Anıt’tı. Oysa (ölümcül) Fotoğraf’ı “olmuş olan”ın genel ve biraz da doğal tanığı yapan modern toplum Anıt’ı terketmiştir. Bir paradoks: aynı yüzyıl hem Tarih’i, hem de Fotoğraf’ı icad etmiştir. Ancak Tarih pozitif formüllerle üretilen bir bellek ve mitsel zamanı bozan salt düşünsel bir söylemdir; Fotoğraf ise kesin, ama geçeci bir tanıklıktır; öyle ki, bugün her şey ırkımızı şu güçsüzlüğe hazırlıyor: artık süreyi duygusal ve simgesel olarak kavrayamamak: Fotoğraf çağı, aynı zamanda devrimlerin, savaşımların, suikastlerin, patlamaların, kısacası sabırsızlıkların ve olgunlaşmayı yadsıyan her şeyin çağıdır – ve kuşkusuz “bu vardı”nın şaşırtması da gözden kaybolup gidecektir. Hatta kayboldu bile…”
Camera Lucida. Roland Barthes. Altıkırkbeş Yayınları. 1992