“Radislav’a yatmasını söyledikleri zaman bir an durakladı. Sanki orada değillermiş gibi ne seymenlere ne çingenelere aldırış etmeden Plevlieli’ye sokuldu ve kendinden biriyle dertleşiyormuş gibi yavaş sesle:
- Eğer beni çabuk kazığa geçirir ve bir köpek gibi acı çekmeme engel olursan her iki cihanda aziz ol… dedi.
Plevlieli sıçrayarak geri çekildi. Onunla gizli konuşuyormuş izlenimi vermemek için bağırmaya başladı:
- Yıkıl git gavur… Sultanın yapısını yıkmak cesaretini gösterdikten sonra şimdi de kadın gibi yalvaracak mısın! Emredilen, yerine getirilecek, sana layık olan cezayı çekeceksin.
Radisav’ın başı daha fazla eğildi. Çingeneler üstündeki gömlekle kuzu derisini çıkardılar. Göğsünde zincirlerin açtığı yaralar meydana çıktı. Bunlar kızarmış ve şişmişti. Radisav artık hiç sesini çıkarmadan emrettikleri gibi yüzükoyun yattı. İlkin ellerini arkasına bağladılar. Sonra ayak bileklerine birer ip geçirdiler. Çingenelerden her biri bu ipleri bir yana çekerek bacaklarını iyice ayırdılar. O sırada Mercan da kazığı iki yuvarlak tahtanın üstüne yerleştirdi. Öyle ki sivri ucu tam köylünün bacaklarının arasına geliyordu. Sonra kemerinden geniş, kısa bir bıçak çıkardı. Yerde yatan mahkumun önüne diz çökerek pantolonunun iki bacağı arasındaki bölümü kesti ve kazığın adamın vücuduna girebilmesi için geniş bir delik açtı. Celladın işinin bu en feci bölümünü, vücudun bıçağın dokunuşu ile titrediğini, yarı yarıya kalktığını, sonra yine gürültüyle yere düştüğünü görüyorlardı. İş bitince çingene sıçrayarak ayağa kalktı. Yerden tahta çekici aldı ve kazığın yuvarlak tarafına ölçülü, ağır darbeler indirmeye başladı. İki vuruşta bir duruyor, kazığın girdiği vücuda bakıyor, sonra da çingenelere dönerek çok yavaş ipi çekmelerini tembih ediyordu. Köylünün, bacakları ayrık yatan vücudu içgüdü ile kıvranıyordu. Her çekiç vuruşunda bel kemiği katlanıyor, eğiliyor ama ipleri çekince yine dikiliyordu. Kıyıyı öyle bir sessizlik kaplamıştı ki, her çekiç vuruşunun dağlarda uyandırdığı yankılar duyuluyordu. Daha yakında olanlar, adamın alnının yere çarptığını duyuyorlardı. Bir gürültü daha işitiliyordu ki, bu ne bir inilti, ne bir şikayet, ne son nefesini veren birinin hırıltısı idi. Bu, insanoğlundan gelen bir sese hiç benzemiyordu. İki yana çekilen, tartılan, işkence edilen bu vücuttan, çiğnenen bir tahtadan ve kırılan bir ağaç dalından çıkan sese benzeyen bir çıtırtı geliyordu. İki vuruşta bir, çingene, yerde yatan vücuda doğru eğiliyor, kazığını doğru yoldan ilerleyip ilerlemediğine bakıyor, hayati bir organı zedelemediğinden emin olduktan sonra tekrar yerine dönüyor, işine devam ediyordu.
Bütün bunlar kıyıdan çok hafif duyuluyor ve hiç görünmüyordu. Ama herkesin bacakları titriyor, yüzleri sararıyor, parmakları buz kesiliyordu.
O sırada çekiç sesleri kesildi. Mercan, adamın sağ küreğinde kasların gerildiğini, derinin kabardığını görmüştü. Hemen bir ustura alarak o yeri haç biçiminde yardı. Soluk bir kan akmağa başladı. Gittikçe fazlalaştı. Bir iki vuruştan sonra, delinen noktadan kazığın Demir ucu görünmeye başladı. Bu uç, sağ kuşağın hizasına gelinceye kadar bir iki darbe vurdu. Adam artık kazığa büsbütün geçmişti. Şişe geçirilen bir kuzu gibi. Yalnız sivri ucu ağzından değil, sırtından çıkıyordu. Ne bağırsakları ne de ciğerleri zedelenmişti. Mercan artık tahta çekici fırlattı ve yaklaştı, hareketsiz duran vücudu gözden geçirdi. Kazığın sivri ucunun girip çıktığı yerlerden damla damla akan kan tahtanın üstünde birikiyordu. İki çingene, adamın uyuşmuş vücudunu sırtüstü çevirdi. Ayaklarını ucundan bağladılar. O sırada Mercan adamın yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordu. Yüzü birden şişmiş, adeta büyümüştü. Gözleri kocaman açılmış, korkuyla bakıyordu. Göz kapakları hiç kımıldamıyordu. Ağzı açıktı. Dudakları sertleşmiş, kısılmış, bembeyaz dişleri kenetlenmişti. Artık yüzünün bazı kaslarını kontrolü altına alamıyordu. Onun için yüzü bir maskeye benzemişti. Kalbi boğuk boğuk atıyor, ciğerlerinden kısa ve sık nefesler çıkarıyordu. Çingeneler onu şişe geçirilen bir koyun gibi yavaş yavaş kaldırmaya başladılar. Mercan bağırarak onlara dikkat etmelerini, vücudu fazla sarsmamalarını tembih ediyordu. Kendisi de onlara yardım ediyordu. Kazığın, kalın ve yuvarlak olan tarafını iki tahta arasına yerleştirdiler, çiviler çaktılar. Sonra arka tarafını da aynı yükseklikte bir tahtaya çivilediler ve hepsini birden iskelenin kazıkları üzerine çaktılar.
İşleri bitince geri çekilerek seymenlerin yanına gittiler. Ve boş kalan sahnede yalnız, göğsü ileri doğru çıkmış beline kadar çıplak, iki arşın yükseklikte, dimdik kazığa geçen adam kalmıştı. Uzaktan kazığın vücuduna geçtiği ve ayak bileklerinin bu kazığa bağlanmış olduğu görülüyordu. Kolları da arkasına bağlanmıştı. Onun için, aşağıdan halka iskelenin ta tepesinde, ırmağın üstünde, havada uçun bir heykel gibi görünüyordu.
Her iki kıyıdan bir mırıltı yükseldi. Halkı bir heyecan dalgası sarmıştı. Kimi gözlerini indirdi, kimi başını çevirmeden evinin yolunu tuttu. Ama çoğu da susmuş, anormal biçimde havaya dikilen bu insan suretine bakıyordu. Vücutları dehşetten buz kesiliyor, dizleri bükülüyor, ama bu manzaradan bir türlü ne gözlerini ayırabiliyor, ne uzaklaşabiliyorlardı. Korkudan heykelleşmiş bu insanların arasına deli İlinka da karıştı. Herkesin gözünün içine bakıyor, kurban dilen çocuklarının nereye gömüldüklerini öğrenmeye çalışıyordu.
O sırada, Plevlieli, Mercan ve iki seymen ile tekrar mahkumun yanına gitti. Onu yakından muayene ettiler. Kazığın boyunca ince bir kan sızıyordu. Ama adam yaşıyordu baygın da değildi. Göğsü inip kalkıyor; boynundaki damarlar atıyor, gözleri ağır ağır durmadan dönüyordu. Sıkışan dişlerinin arasından hırlayarak, güç anlaşılan sesler çıkarmaya çalışıyordu. Türkler, Türkler!… diyordu kazığa saplanmış adam. Köprüdeki Türkler… köpekler gibi geberin… köpekler gibi!..
Çingeneler aletlerini topladılar ve Plevlieli ile kıyıya indiler. Onların yaklaştığını gören halk geriliyor, dağılıyor, yalnız taşların üzerine tırmanan çocuklar daha bir şeyler bekliyordu. Artık her şeyin bittiğini fark etmediklerinden, dereye atlarken birden havada asılı kalmış olan bu adam acaba ne olacak diye bekliyorlardı.
Plevieli Abid Ağa’ya yaklaştı. Emirlerinin yerine getirildiğini, mahkumun hala sağ olduğunu, hiçbir organının zedelenmediğini ve daha da yaşayacağa benzediğini söyledi. Abir Ağa ona hiç cevap vermedi. Yüzüne bile bakmadı. Eliyle atını getirmelerini işaret etti. Tosun Efendi ile Antoine ustaya veda etti. Herkes dağılmaya başlamıştı. Kasabadan tellalın sesi geliyordu. Hükmün yerine getirildiği ve yapıya zarar kimsenin bundan da kötü bir cezaya çarptrılacağını ilan ediyordu.”
Drina Köprüsü. İvo Andriç. İletişim yayınları. 2020.