Yolculuk yazıları

Kukla(cı)

Hildegard Wegner’in bir kuklası

“… Kukla tiyatrosunun daha geç bir dönemde Almanya’ya gelişi çok daha ilginç bir konudur. Otuz Yıl Savaşları sonrasına rastlıyordu bu. Paralı askerlerden oluşan yığınlar taşrada başıboş dolaşıyorlardı. İşlerini ve maaşlarını kaybetmişlerdi ve yolları güvensiz hale getiriyorlardı. Öyle bir güvenlik sorunu ortaya çıkmıştı ki, meslekleri gereği çok yolculuk etmeleri gereken ve kılıç kullanmayı ve ateş etmeyi ancak sahnede becerebilen tiyatro oyuncuları yollara düşmekten çekinir olmuşlardı. Derken bu oyuncuların yerine kuklaları kullanma fikri doğdu ve çok geçmeden kuklaların ne kadar muhteşem bir tiyatro aracı oldukları görüldü. Her şeyden önce bunlar asla itiraz etmiyorlardı. Gerçi onların da bir kafaları vardı, üstelik tiyatro oyuncusununkiyle karşılaştırıldığında, gövdelerine oranla çok daha büyük ve ağırdı kafaları; yüzlerindeki ifade de daha inatçı ve katıydı. Ancak onları özel kılan tam da buydu; herhalde sizler de kukla tiyatrosunda bunu gözlemlemişsinizdir. Tahtadan yapılmış, keskin hatlara sahip böyle bir yüz, eğer arkasında işinin hakkını veren bir kuklacı duruyorsa, minicik gövdenin tüm o küçük ve narin çırpınışlarına yüz ifadesiyle eşlik ediyor gibi görünür. Gerçek bir kuklacı öyle bir despottur ki Rus çarı bile onun yanında sıradan bir jandarma eri gibi kalır. Bir düşünün, o oyunlarını tek başına yazar, dekorlarını kendi boyar, kuklalarına tahtadan istediği şekli verir, kendi sesiyle beş-altı, hatta bazen daha bile fazla sayıda rolü konuşturur; ve asla bir zorluk, bir tutukluk yaşamaz, bir engelle karşılaşmaz. Ama diğer taraftan da kuklalarıyla iyi geçinmek zorundadır, çünkü onun için birer canlı olmuşlardır. Tüm büyük kuklacılar, bu işteki sırrın aslında kuklaların istediklerini yapmasına izin vermek, onlara bu imkanı tanımak olduğunu kabul ederler. Büyük şair Heinrich von Kleist (bunu, buradaki çocukların arasına saklanmış olan ve benim kendilerini görmediğimi sanan birkaç yetişkin için söylüyorum) kukla tiyatrosu üzerine yazdığı denemesinde, kuklacının, figürlerini doğru hareket ettirmek istiyorsa, bir dansçının bütün maharetini sergilemek zorunda olduğunu bile kanıtlamıştı. O zaman bu minik kuklaların sahne zeminini ayak parmaklarının ucuyla adeta gıdıkladıkları o muhteşem görüntü ortaya çıkar, çünkü onlar da, tıpkı melekler gibi yukarıdan gelirler ve gerçek oyuncuların aksine ağırlık yasalarına bağlı değillerdir. Ama onların bu üstünlükleri üzerlerine çokça nefret çekmelerine ve zulüm görmelerine yol açmıştı. Öncelikle kilise ve devlet yetkilileri tarafından, çünkü kuklalar, kötü niyetli olmaksızın, her şeyi kolayca alaya alabilirler. Çok büyük adamların yalnızca taklitlerini yapmaları bile, “Bu adamın yaptığını, kukla da yapar” gibi bir izlenim doğmasına yol açar. Eski Avusturya’da, sözgelimi, bu yolla tiranları gülünç duruma düşürürlerdi. Ama sonra zaman zaman gerçek tiyatrolar için de tehlikeli bir rakip haline geldiler. Örneğin Paris’te tiyatro oyuncuları, onları şehrin merkezinden metropolün en dış mahallelerine kadar kovdurmadan huzur bulamamışlardı.”

“Radyo Benjamin. Walter Benjamin. Metis Yayınları. 2018.