Yolculuk yazıları

“Han duvarları, han duvarları!”


Doğan Kınık kimdir? Doğrusu bu konuda ben de sizden fazla bir şey bilmiyorum. Kaldı ki başlangıçta bu soru çok da ilgilendirmemişti beni. Ahmet Turan Altıner, hanlar üzerine bir yazıyla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sorduğunda, “Neden olmasın!” dedim. Bunun üzerine elime kabarık bir dosya tutuşturdu, bu Doğan Kınık adında bir mimarın İstanbul’un tarihi hanları üzerine yaptığı bir çalışmaydı. Bir şeyler sordum elbette. Söylediğine göre Kınık artık Bodrum’da yaşıyordu ve kendisiyle konuşmak mümkün değildi. 

İlk iş belleğimde hanlarla ilgili bildiklerimi yoklamak oldu.  Çoğunluk filmlerden ve klasik yazınsal yapıtlardan aklımda kalan bölük pörçük izlenimlerdi. Nasıl şeyler olduklarını siz de kolaylıkla tahmin edebilirsiniz: Issız ormanlar boyunca yol alan atlı arabalarda ya da bitip tükenmezmiş izlenimi uyandıran bozkırda ilerleyen deve kervanlarında akşam alacasına doğru beliren endişeli insan yüzleri. Hepsinin amacı sağsalim menzile, yani hana varabilmek. Menzili ıskalamak sonu ölümle bitebilecek bir dizi felaketin başlangıcı olabilir ne de olsa. Hana varınca ağır kapılar üstlerine kapanıyor, yolcuların bir kısmı köşelerine çekilirken, diğerleri ateşin başında sohbeti koyulaştırıyorlardı. Dört bir yandan gelip buluşmuş insanlar- çoğunluk erotizm sosuna bulunmuş birbirinden ilginç hikayeler ve efsaneler anlatıyorlardı bire bin katarak.  Ne de olsa gece uzundu ve kapılar sabah olup herkes eşyalarını kontrol etmeden aslı açılmayacaktı. Dışarıda kalanın canı çıksın!

Bu ilk izlenimlere tarih kitaplarından derlediğim kimi bilgiler eklendi.  Hanlar, Romalılardan beri vardı ancak  yaygınlaşmaları Ortaçağ’dan sonra olmuştu. Haç yolculukları ve Haçlı Seferleri’yle hızlanan süreç, ticaretin canlanmasıyla baş döndürücü bir ivme kazanmıştı. Öyle ki, 16. Yüzyıla gelindiğinde sadece İngiltere’de altı binin üzerinde han vardı. Fransız tarihçi Fernand Braudel, XVI. ve XVII.  Yüzyıllarda hanların, İngiltere’de kentsel düzenlemelerden kaçınabilen serbest piyasanın oluşumunda büyük rol oynadıklarına işaret ediyordu. 

1693’te bir Napolili seyyahın söylediklerine kulak verirsek, hanlar “Atların ortayı işgal ettikleri uzun ahırlardan başka şeyler değillerdi ve hayvanların sahipleri kenarlara sığışıyorlardı.” Ancak insanların seyahati iyiden iyiye benimsediği 17. Yüzyılda daha gelişmiş hanlar çıktı ortaya ve tıpkı günümüzde otelleri tanıtan rehber kitaplar olduğu gibi o dönemde de hanları tanıtan kitaplar yayımlanıyordu. 

Doğu’daki hanlar zaman zaman küçük bir şehri andırıyordu. Evliya Çelebi bunlardan birini anlatırken “on bin adamı atıyla devesiyle aldıktan sonra, yine de bir kısmı boş kalmaktadır” diye yazıyordu. 

Kent içi hanlarının ortaya çıkması Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte olmuş. Osmanlı’da mimari olarak kent içi hanlarının en yetkin örneklerine Bursa’da ulaşılmış; örnek planlar İstanbul’un fethinden sonra payitahtta uygulanmış. Bu hanların oluşumunda ticari nedenler kadar -İstanbul’a Trakya’dan karayolu ile yiyecek getirilmeye başlanması örneğin- imaret geleneğinin, mallarını ve konumlarını sağlama almak isteyen varlıklıların vakıf şemsiyesi altına sığınma arzularının rol oynadığı söylenebilir. 

Bu hanlardan kente mal getiren tüccarların kaldıklarına “hacegan hanı”, bekar gençlerin otel gibi barındıklarına “bekar odaları” deniliyordu. Konaklamanın yanı sıra bu hanlardaki dükkanlarda çeşitli esnaf işliği yer alıyordu. Hanlar bu ticari konumları nedeniyle, kontrol altında bulundurulması gereken alanlardı ve doğal olarak merkezin, yani Topkapı Sarayı’nın çevresinde konuşlanmışlardı. 

Gerisi, Doğan Kınık’ın bir kitap boyutundaki çalışmasından ayıklanıp ucuca eklenecek bilgilerden başka neydi ki? İyi de kimdi bu Doğan Kınık? 1970’lerin hır gürü içinde para kazanmak için ihaleler kovalamak, yalapşap binalar inşa etmek ya da siyasi diskurların kolaycılığında kaybolmak dururken, neden vaktini İstanbul’un tarihi hanlarıyla ilgilenerek geçirmişti? 

Kapağında “İstanbul Tarihi Hanlarını Koruma ve Toplumsal İşlevler Verebilme Yönünde Bir Yöntem Araştırması” yazan dosyayı açıyorum. Kınık, hanların mimari formlarını gösteren çizimler yapmış, belediyenin koridorlarını arşınlamış ve hanların kent içindeki konularını gösteren haritaları toplamış, Beyazıt-Eminönü arasındaki hanları kim bilir kaç kez dolaşıp bu hanlarda yer alan işletmelerin türünü gösteren cetveller çıkartmış, avukat bürolarını aşındırıp, hukuk kitaplarını karıştırıp, hanların kamulaştırılması durumunda ortaya çıkabilecek hukuki sorunlarla ilgili öngörülerde bulunmuş, hanların kamulaştırılıp onarılabilmesi için gereken maliyet hesaplarına dalmış… 

Genel geçer tespitlerde bulunmakla yetinmemiş, somut bir örnek üzerinde, Çemberlitaş Vezir Han Projesi üzerinde çalışmış ve hazırladığı raporu Ekim 1977’de Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Turizm Planlaması Genel Müdürlüğü’ne sunmuş. Yazık ki birkaç yıla yayılan bu çaba, sonuçta bir kitaba dönüşme şansı bile bulamamış. Kınık’ın sonu Bodrum’da noktalanan yolculuğunun dönüm noktası olarak görülemez mi bu? Büyük bir çaba, büyük bir ilgisizlik duvarına toslayınca, umarsızlığa kapılabilir kişi.  Bu tespit kimilerine abartılı ya da erken bir yargı gibi gelebilir. Vezirhan’a salt bir proje olarak bakılırsa böyle görülmesi normaldir.  Ancak elimdeki dosyadan anladığım kadırıyla sözkonusuydu olan bir projeden çok, bir yaşama üslubunun genel toplumsal yaşamla örtüşmemesi. Doğan Kınık’ın imgesi istifasını vermiş bir Sisyphos’a dönüşüyor zihnimde.  Aşağıda bu çalışmadan sunduğumuz özetin, ne demek istediğimi daha net anlatacağını umuyorum. 

Kınık, 1977’de Belediye’nin geliştirdiği Çemberlitaş ve çevresini trafiğe kapatma ve çevre düzenlemesi projesinden yola çıkarak yürütmüş Vezirhan ile ilgili çalışmasını. İlk sorduğu soru şu: Bu hanların tarihsel bir değeri var mı? 

Bu soruyu yanıtlayabilmek için günümüzde tarihsel değer denince ne anlandığını bilmemiz gerekiyor. Kınık’ın da çalışmasında belirttiği üzere, İstanbul tarihi hanları yapıldıkları devrin yapısal, oransal ve estetik birikimlerinin özümlendiği özgün işlevsel yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Tarihi anıtların, geçmişin belgeleri ve  kültürel mirasın somut örnekleri olmaları sebebiyle korunmaları gerektiği 19. Yüzyıl ortalarına doğru Fransa’da şekillenmeye başlamış bir düşünce.  Buna göre tek tek tarihi yapıların korunmasından ziyade, onun bir bütün olarak çevresi ve çevresindeki yapılarla birlikte ele alınması gerekiyor. 1964 yılında Venedik’te yayımlanan “Tarihi Anıtların ve Yerleşmelerin Korunması ve Onarılması İçin Tüzük” bu anlayışın vardığı doruk olarak görülüyor. Tüzüğün 1. Maddesinde şu yazılı:

“Tarihi anıt kavramı sadece bir mimari eseri içine almaz, bunun yanısıra belli bir uygarlığın, önemli bir gelişmenin, tarihi bir olayın tanıklığını yapan kentsel ya da kırsal bir yerleşmeyi de kapsar. Bu kavram yalnızca büyük sanat eserlerini değil, ayrıca zamanın geçmesi ile kültürel anlam kazanmış daha basit eserleri de içine alır.”

İstanbul tarihi hanlarında ana malzeme olan taş (çoğunlukla köfeki) tuğla ile beraber kullanılmış. Dış cephe hatlarında ve kemerlerde kullanılan yassı tuğlalardan amaç hem statik çözümleme hem de estetik kaygılar. Taşıyıcı elemanlar, duvarlar ve payelerden oluşur. Dış duvarlarda tuğla hatıllar istisnasız kullanılırken iç avluda,  çoğunluk taş örgü görülür.  İç bölmelerdeki duvarlar ise genellikle molozlu taş örgüden oluşur.  İstanbul hanlarında ahşap direk ya da sütun kullanılmamıştır.  Aynı şekilde ahşap çatıya da rastlanmaz. Örtü, tonoz ve kubbe sistemlerinden oluşur. 

Genellikle tek kapıdan girilen kare ya da kareye yakın bir avlu çevresinde, önlerinde sütun ve payelere oturan kemerlerle taşınan revaklar gerisine dizilen hücrelerden oluşan iki katlı bu han şeması, İstanbul’da oluşmuş kent dokusu içinde yer aldığında bir takım yamuklaşmalara uğramışsa da, birçok örnekte görüldüğü gibi iç avlunun 90 derecelik açılarda korunmasına özen gösterilmiş. İnsanlar ve hayvanlar için olan bölümler kesinlikle birbirinden ayrılmış ve avlunun ortasına bir mescit inşa edilmiş. 

Avlu genellikle iki katta da kemerli revaklarla çevrelenmiş. Üst kata çıkış, giriş boşluğunun sonunda her iki yönde yerleştirilen beşik tonoz örtülü merdivenlerle sağlanmış.  Odalar dış cepheye pencerelerle açıldıkları gibi, revaklara da kapı yanında yer alan pencerelerle açılıyor. Odaların ışıklandırılması açısından İstanbul hanları,  önceki örneklere kıyasla daha başarılıdır.  Odalarda, özellikle üst kat odalarında ocak ve ocağın iki yanında nişler göze çarpar. İstanbul hanları bir oranda dış mekana daha açık yapılardır. Çoğunun ön cephesinde dükkanlar yer alır; bunlar bir ölçüde çevredeki ticaret ağına bağlanırlar, aynı zamanda hanların rant getirici elemanı işlevini üstlenirler. 

Bugün Kınık’ın çalışmasının üzerinden yirmi yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, İstanbul tarihi hanlarıyla ilgili söylenebilecek tek şey var, durumlarının her geçen gün daha da kötüye gittiği.  Beyazıt-Eminönü arasındaki bölgede yapılacak kısa bir gezinti, hanlardan neredeyse hiçbirinin özgün fiziki durumlarını koruyamadıklarını görmeye yeter: Kimilerinin avluları yok olmuş, kimilerinin sadece cephe parçaları kalmış, hemen hepsinde mescitler depoya dönüştürülmüş,.  İmalat aracı olarak büyük makinelerin iç hacimlere sokulması sırasında dış duvarlar kısmen yıkılmış ve onarım sırasında özgün yapı gözönünde bulundurulmamış. Bu yeni ve güçlü makinelerin kullanılmasının yapıya verdiği zarar süreklilik kazanmış. Bazı hanlara yepyeni bir üslupla üçüncü katlar ilave edilmiş. Yüksek tavanlı odalar, mekanın maksimize edilmesi amacıyla ortadan ikiye bölünmüş ve bunlara ya içeriden ya da dışarıdan beton merdivenler eklenmiş.  Ayrıca revaklardan avlulara inen betonarme merdivenler oluşturulmuş. Birçok yerde özgün çatı örtüsünün kaybolduğu görülüyor. Avlular ise genellikle otopark olarak kullanılıyor. Hanların yıkılan bölümleri yeni tekniklerle yapılan binalarla örtülmüş.  Sonradan döşenen elektrik tesisatları açıkta ve yangına davetiye çıkartır mahiyette.  

Özetle İstanbul’da yaşanan gecekondulaşma sürecinden tarihi hanlarda paylarına düşeni fazlasıyla almış durumdalar.  Bu karanlık tabloya karşın, bu yapılardan bir kısmı hala ayakta ve koruyucu bir elin uzanmasını bekliyor. Peki bu el nasıl uzanacak, öncelikle neler yaplıması gerekiyor?

Doğan Kınık çalışmasında belirli önceliklerden söz ediyor. Bunların başında halen yüzde 95’i özel mülkiyet olan tarihi hanların kamulaştırılması ya da kamu korumasına açık hale getirilmesi geliyor.  Ama bunun yapılabilmesi için öncelikle tespitlerde bulunmak lazım. Nedir bunlar? 

  1. Yapı çevre ilişkileri
  2. Yapı kullanış türleri ve iş kolları
  3. Yapının fiziksel durumu
  4. Mülkiyet durumu
  5. Birimlerde sahiplik-kiracılık durumu
  6. Bedeller
  7. Restorasyon keşfi

Kınık bu tespitlerle,  yapıların hiç değilse bugünkü haliyle korunmalarının mümkün olabileceğini, yapılara fiziksel olarak zarar veren kullanış türlerinin, daha fazla metrekare elde etmek için yapılan ek inşaatların durdurulmasının mümkün olabileceğini düşünüyor. Umuyor demek daha doru belki de çünkü araştırmasında, tarihi hanların bir çoğunun üzerinde Anıtlar Yüksek Kurulu kararlarının bulunduğunu, ancak kaçak inşaatların buna rağmen sürdüğünü kendisi de itiraf ediyor. 

Sultanahmet-Beyazıt hattının İstanbul turizminin can damarı olduğunu bilmeyen yok. Sultanahmet ve At Meydanı’nın düzenlenmesinde geçen 15 yıl içinde önemli adımlar atıldığı da bir gerçek. Ancak yavaş adımlar bunlar ve daha da düşündürücü olan, yapılanlarla yetinme eğiliminin belirmiş olması. Bizde ne kenti ne de tarihsel dokuyu korumak için yapılıyor çalışmalar.  Daha çok turistik amaçlı bir faaliyet yürütülüyor. Oysa tarihi yarımada bir bütün olarak ele alınması gereken bir bölge ve Sultanahmet’in hemen bir adım ötesinde yer alan Çemberlitaş’ta, halıcıları ve kuyumcuları kalkındırmaktan öte bir bölgesel planlamanın çoktan başlamış olması gerekiyordu. 

Kınık’ın örnek proje için seçtiği Vezir Han, Çemberlitaş’ın köşesinde yer alıyor. 17. Yüzyılda Köprülü Mehmet Paşa tarafından yaptırılan yapı, İstanbul tarihi hanlarının en güzel örneklerinden biri. Alt katta 50, üst katta 50 olmak üzere toplam 100 odanın bulunduğu yapı yaklaşık 8000 metrekare alan üzerine oturuyor. İki kattaki yapı alanı toplamı 10 bin metrekareyi buluyor.  Sadece avlu 3 bin metrekare. Hanın alt katındaki odaların orijinal boyutları 4.50 x 13.00 m., yükseklikleri ise5.20 m. Üst katta 5-6 metre arasında bir revak avlunun etrafını bütünüyle çevreliyor. Revaka açılan üst kat odalarının boyutları ise  4.50 x 7.00 m. Bu odalarda  6.60 m. yükseklikten sonra, 2.50 m. yarıçaplı ve tepelerinde okülüsleri olan kubbeler bulunuyor.  Hanın Çemberlitaş girişinde yer alan Küçük Vezirhan ile çapraz köşedeki annexin yapılış tarihleri bilinmiyor. Ancak bu yapıların hanın akaretleri olduğu anlaşılıyor. 

Hana adet olduğu üzere uzunca bir koridordan giriliyor.  Koridorun iki yanında dükkanlar sıralanıyor (camcı, berber, çaycı, büfe vs.) Avlu otopark olarak kullanılıyor. Sağdaki ilk merdivenden çıkarsanız bakırcılarla karşılaşıyorsunuz. Nuruosmaniye Camii’ne ve meydana bakan üst avlu su tankları satan birinin açık hava deposu haline gelmiş. Buradan göründüğü kadarıyla hanın sağ ve sol çatı kubbelerinin çoğu çökmüş ve yerlerine tahtadan eğreti bir örtü yapılmış. Avluya girince hemen karşınıza gelen kısımda iki yeni bina var, bunlardan biri bir otelin, diğeri ise eski Hayat Matbaası’nın arka cepheleri.  Sağda sonradan yapılan ve revaka çıkan bir betonarme merdiven var. Dört bir yandan hızar sesleri geliyor. Zemin kattaki imalathanelerin arasında marangoz ve döküm atölyeleri ağırlıkta. Revaka çıkıyoruz. Sütunlar yıkılmasın diye tahta kirişlerle desteklenmiş.  Buradaki 50 odanın tamamı ikiye bölünmüş. Revak ağırlıklı olarak marangozlar tarafından kuşatılmış vaziyette. Köşede bir adam durmuş, Kapalıçarşı kuyumcularının cürufları içinde altın tozu arıyor. Bir diğeri yerde oksijen tüpüyle metal kesiyor. Kubbelerin iç kısımlarına Ses, Pazar, Fırt gibi dergilerden çıkma kadın fotoğrafları yapıştırılmış. Bunlar dokuyla öylesine bütünleşmişki, ilk bakışta freskmiş gibi duruyorlar. Avluya bakan cephelerde ahşap-demir konstrüksiyonlu ilaveler ibadullah. Ama bu hazin manzarayı daha fazla anlatmanın manası yok. 

Mimar Doğan Kınık, Anıtlar Yüksek Kurulu, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve DGSA Restorasyon Kürsüsü ile kurduğu ilişkilerde Vezirhan’ın tam bir rölevesinin bulunmadığını saptamış. Buna karşın elde edilen oda renövelerinden yapının tüm restorasyon ve restitüsyon maliyetlerinin saptanması yönüne gitmiş. O tarihteki fiyatlarla restorasyon için 25 milyon lira, otel ve matbaanın yıktırılarak bu kısmın restitüsyonu için 12 milyon lira ve tüm cephe ve kubbelerin onarımı için de 5 milyon lira harcanması gerektiğini saptamış. Üç senelik inşaat süreci içerisindeki malzeme ve işçilik fiyat artışlarıyla hesaplanan bu bedellerin toplamı 42 milyon lira olarak hesaplanmış. 

Kınık, projesinde hanın iki ayrı şekilde kullanılabileceğini söylüyor.  İlki turistik konaklama amacıyla, ikincisi turistik ticaret ve hizmet amacıyla.  Sonra bu iki seçeneği ayrıntılı biçimde inceliyor. 

Turistik konaklama: “Her ne kadar Vezir Han’ın orijinal kullanılışı konaklama idiyse de bu tür işlevin bugünkü Çemberlitaş fiziksel ortamından olumsuz yönde etkileneceği düşünülebilir. Vezir Han’da gerçekleşecek lüks bir tesisin parasal geri dönüşümünün, ancak çevrede daha geniş bir rehabilitasyon uygulaması ile sağlanabileceği açıktır. Bu seçenek için 120 civarda parselden oluşan ve yüzde 90’ı özel mülkiyette bulunan Vezir Han’ın kamulaştırılması gerekir.”

Kınık, kamulaştırma masraflarının 1977’de 105 milyon liraya mal olacağını öngörmüş. Buna 42 milyonluk restorasyon ve restitüsyon maliyetinin de eklenmesi gerekiyor. Otel yapılması durumunda şu anda 50’şerden 100 oda bulunan handa her odada iki yatak olsa, 200 yataklık bir kapasite ortaya çıkıyor. Ancak diğer otel işlevleri de göz önünde bulundurulduğunda, yatak sayısı 100-120’ye düşüyor.  Kınık, Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından onaylanması halinde -ki bu konudaki görüşmelerinin olumlu olduğunu belirtiyor- , tavan yüksekliklerinin 5 metrenin üzerinde olması ve üst pencerelerin bulunması nedeniyle yapının dört katlı hale dönüştürülebileceğini, böylece yatak kapasitenin 300’e çıkarılabileceğini öngörmüş. Böyle bir tadilatın ise o günün değerleriyle 45 milyon lira ek masraf gerektireceğini saptamış. 

Turistik ticaret ve hizmet: “Burada söz konusu olan turistik ticaret ve hizmet, çevrede yoğunlaşan turistik trafiğe eğlence ve dinlence sağlayacak hizmetlerle -örneğin yıkılmaya yüz tutan el sanatları üretiminin sergilendiği- turistik ticaret üniteleri şeklinde düşünülebilir. Turistik enformasyon büroları, seyahat acentaları, düzenli restoran ve kahvelerle, Vezirhan ve avlusunun çevredeki tarihi ve turistik merkezlere yönelişte canlı bir üs vazifesi görmesi sağlanabilir.  Üst katta ise halıcılar, kuyumcular ve antikacıların yer alması sağlanabilir.

Bu seçenekte mülkiyet durumu değiştirilmeksizin sonuca gidilebilir.  Bugünkü hissedarlar, restore edilen yapıda turistik amaçlara yönelik kiralamada bulunabilirler. Burada restorasyon ve restitüsyon için harcanacak paranın, mal sahiplerine açılacak uzun vadeli kredilerle, bizzat onlar tarafından karşılanması sağlanabilir.”

Bu seçeneklerden ikincisinin hem maliyet, hem zaman hem de parasal geri dönüş yönünden çok daha kullanışlı olduğunu belirten Doğan Kınık’ın projesi, maliyet hesaplarının yenilenmesiyle bugün de uygulamaya konulabilir. Üstelik şartlar düne oranla çok daha uygun. Türkiye turizmden ciddi paralar kazanan bir ülkeye dönüşüyor, Çemberlitaş’ın trafiğe kapanması üzerine projeler geliştiriliyor, Sultanahmet’teki dönüşüm ise büyük ölçüde tamamlanmış görünüyor.  Yazık ki, Vezir Han projesi tozlu raflar arasında kaybolmuş durumda bu da bir süre sonra Vezir Han’ın da ufalanarak yok olup kaybolacağı anlamına geliyor. 

Yaşama Sanatı Dergisi. Haziran-Temmuz 1995. Sayı 7