Yolculuk yazıları

Cennet bahçesi

Şiraz iki bölümlü bir kent ve ayrım noktasını Kushk Nehri (Kuru Nehir) oluşturuyor. Haritaya baktığınızda şehrin eski bölümü olarak nitelenebilecek ve neredeyse dörtte üçünü oluşturan kısmı, alt tarafta kalıyor. Nehrin üst kısmındaki küçük parça ise tepelere yerleşmiş ve 20. yüzyıldan sonra mesken tutulmuş. Buralarda daha varsıl kesim yaşıyor ve İran’ın dünyaca ünlü bahçelerinin Şiraz’daki izdüşümleri de ağırlıklı olarak kentin bu bölgesinde.

Sabah otelden çıkınca her zamanki gibi merkeze gitmek yerine sola döndüğümüzde beş dakikalık bir yürüyüşten sonra bir kez daha sola saptık ve kendimizi ağaçlıklı, tenha bir bulvarda bulduk. İki katlı, çoğu garajlı ve ufak bahçeleri olan evleri izledik bir süre; bütünüyle dışarıya kapalı gözüküyorlardı ve insanın dikkatini çekecek mimari özellikleri de yoktu. Bir süre sonra bakışımız kendiliğinden bulvar boyunca sıralanan park halindeki otomobillere yöneldi. Ne Amerikan ne de İngiliz markaları vardı ortalıkta, Fransızlar ise cirit atıyorlardı: Peugeot, Renault, Citroen… Arada tek tük Saipa, Saab ve Skoda’lar da vardı. Fransızların emperyal kimliklerini saklamak konusundaki maharetlerine bir kez daha şapka çıkardık.

Bütün bu otomobil şirketleri 19. yüzyılın sonunda araba üretmeye başlamışlardı ve o günden bugüne İran’da çok şey değişmişti: Son Kaçar Han’ı Nasreddin Şah’a suikast düzenlenmiş, meşrutiyet ilan edilmiş, ilk petrol kuyuları açılmış, erkekler ve kadınlar genel oy hakkı kazanmış ve kıyafet devrimi olmuş; İran, Rusya ve İngiltere arasında bölüşülmüş, Şah Rıza darbeyle iktidara oturmuş, sonra bir İngiliz-Amerikan darbesiyle devrilmiş, “umudumuz Musaddık” hükümet kurmuş, oğul Şah Rıza SAVAK’ı (İran Gizli Servisi) devreye sokmuş, Humeyni ona bayrak açıp sürgüne gönderilmiş sonra dönüp İslam Devrimi’nin lideri olmuş ve devrimi birlikte gerçekleştirdiği muhaliflerini, Batılı şirketlerin ürettiği devasa vinçlerde otuzar-kırkar salladırmaya başlamış ve sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı’nda bir milyon insan ölmüştü. Şirketler bütün bu süre boyunca, ama şöyle ama böyle arabaya satmaya, gerektiğinde orduya çalışmaya ve darbeleri finanse etmeye devam etmişlerdi.

Şiraz’ın 27 kilometre güneydoğusundaki Meherlu Gölü’ne akan nehir, adı gibi kuruydu. Uzun kurak yazın sonunda sadece ortasında küçük su öbekçikleri kalmıştı ve belediye fırsat bu fırsattır diyerek, kanserli hücre gibi çoğalan o sarı iş makinalarından ikisini nehir yatağına indirmişti. Belki de bu makinelerin etkisiyle karşıya geçmek için ilk köprüyü pas geçip ikinciyi kullandık ve Emedi Caddesi’nin köşesindeki soğan kubbeli türbeyi görünceye kadar, nehre paralel yürümeyi sürdürdük. Türbenin kapısında, siyah çarşaflara bürünmüş otuz yaşlarında aksi bir kadın vardı ve Vekil Camii’nde olduğu gibi giriş parası istiyordu. Burasının turistik bir yer olmadığı, kadının kendi insiyatifini kullanarak turist yolmaya çalıştığı belliydi. Kestirmeden giderek Türkiye’den geldiğimizi söyledik, bu zımnen Müslüman kimliğimize bir göndermeydi. Suratını buruşturup bir çarşaf uzattı. İçeride daha önce görmediğimiz bir şey yoktu: geniş bir avlu, iki kesik namlulu minare, erkekler ve kadınlar için ayrı girişler.

Türbeden çıkınca Emedi Caddesi’nden yukarı doğru, hafif rampayı tırmanmaya başladık ve bir süre sonra sağımızda beliren Milli Park’a saptık. İki taraçalı bir alandı, bol yeşillik, banklar ve dağınık halde tefekküre dalmış yaşlı adamlar… Milli Park’ın üst tarafı Gülistan Sokağı’ydı. Burası trafiğe kapalı, bal dök yala temizliğinde bir alandı; ileride sağda Hafız’ın kabrinin girişi ve selviler görülüyordu. Sola sapıp Hafız Caddesi’ne vardık ve bir kez daha sola dönüp, iyi örülmüş taş duvarın dibinden rampayı tırmanmayı sürdürdük.

Kısa süre sonra Cihannüma Bahçesi’nin girişindeki çift kanatlı, pırıl pırıl cilalı masif kapının önünde duruyorduk ama içeri girmek için acelemiz yoktu, çünkü karnımız açtı. Akan araba selinin kesilmesini bekleyip caddenin karşısına geçtik ve Kafe Furuğ’dan içeri girdik.

Kafe Furuğ

İşletmeciler genç bir çiftti ve masalar bu saatte Kafe Furuğ’da olmanın ayrıcalığını yaşamaya gelmiş, tiki kız ve oğlanlarla doluydu. Söylendiğine göre, siesta sonrası başlayan akşam mesaisinde, bunlar yerlerini kentin kalburüstü sanatçılarına bırakıyorlardı. Mekanda, aşağı Şiraz’dan aşina olduğumuz tek şey, masaların üzerinde duran ve peçete niyetine kullanılan kocaman kağıt mendil kutularıydı. Çaylar bira bardaklarında geliyordu, şekerlikler toprak rengi porselendi, ufak mavi porselen kaplar sosluk işlevi görüyordu ve afili tost tabağını İstanbul’da ya da Amsterdam’da da görmüş olabilirdik.

Oturmuş çayımı yudumlar ve bir kişi için hayli iddialı tostu tüketmeye çalışırken kitaplarda okuduğum 1960’ların başında Tahran’da nam salmış Kafe Firuz’u düşünüyordum. Şah’ın “modern” Tahran’ının Kafe Firuz’u, buranın aksine işlek bir alışveriş caddesindeydi ve orada bir bardak çay söyleyip saatlerce oturabilir ve siyasi, edebi ve felsefi tartışmaların içinde kaybolabilirdiniz. O kahvenin yıldızı 1962 yılında “Batılılaşma Hastalığı” kitabının yazarı Celal Al-i Ahmed’di. Mottahedeh’in deyişiyle, “20. yüzyıl İran yazarları içinde Tahran’ın Batı eğitimi görmüş solcularından, Kum’lu talebelere kadar İran entelektüellerinin (her zaman onaylayarak değilse de) aynı çoşkuyla okuduğu tek yazar.”

İkinci Dünya Savaşı sonrası kuşağının önemli öykücülerinden biriydi Ahmed, kısa süreliğine İran Komünist Partisi’ne katılmış, köylerde öğretmenlik yapmış, Batı’ya bayrak açmış ve hac yolculuğuna çıkmıştı. 1960’ların ortalarında, milliyetçi söylemle bezenmiş bir şemsiyenin gölgesinde antiemperyalizm bayrağını dalgalandırıyordu: “Bu ‘makine’ şeytanın ruhu şişeye konmalı ve bizim buyruğumuz altına alınmalı… İran halkı makinenin hizmetinde olmamalı, onların tuzağına düşmemeli çünkü makine bir araçtır, amaç değil.”

Çok yetkin bir bakış açısı olduğu söylenemezdi şüphesiz, hatta epey sade suya tiritti. Makine dediği Batılı yaşam tarzının karşısına, hastalığa tutulmamış tek kurum olarak savunduğu ulema kesiminden başka bir şey de öneriyor değildi. Ama ne gam! Dinleyicilerinin çoğu, tıpkı Al-i Ahmed gibi, aynı kültürel şizofreniden mustariptiler. Karşı çıkmanın şehveti yetiyordu.

Furuğ’da oturanları izlerken, tarihin sık sık bir bumerang gibi işlediğini düşünüyorum. Al-i Ahmed’in hayali gerçek olmuş, emperyal güçler İran’dan “kovulmuştu” zaman içinde. Ulemanın yönetiminde bir İran’a da varılmıştı. Ama şimdi Şiraz’da, Kafe Furuğ’da yeni bir şey filizleniyordu ve burada toplaşanlar bir kez daha, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde yönlerini Batı’ya çevirmiş görünüyorlardı.

Kafeden çıkınca hemen bitişiğindeki kitapçıya uğradık. Şirazlılar okumayı seven insanlar belli ki, şehrin her noktasında kolayca bir kitapçı bulabiliyorsunuz. Ağırlıkla iç pazara yönelik şeyler vardı, İngilizce olan birkaç kitap da Persopolis’le ilgiliydi. “Sivand’ın -kitapçının adı buydu- sahibi Cevat iyi İngilizce biliyordu ve bu saatte orada bizden başka kimse olmadığı için epey ilgilendi sağolsun. Suratgar resimlerinin olduğu bir kitap maalesef yoktu, onun yerine 20. yüzyıl İran resmine damgasını vurmuş Abbas Katouzian’ın portre ve natürmortlarına, Mahmud Ferşçiyan’ın Hint ve Binbir Gece Masalları kokan resimlerine baktık. Cevat’ın önerdiği müzik cd’leri içinden birkaç şey satın aldık. Böylece siesta saatine kadar oyalanmış olduk. E-posta alıp verme faslı da bitince vedalaşıp dükkandan çıktık ve bir kez daha Cihannüma Bahçesi’nin kapısının önünde bulduk kendimizi; şahane bir güneş ve hafif, diriltici bir yel vardı. Bahçenin sefasını sürebilirdik artık.

Suratgar kuşları

Tipik bir çarbağ (ciharbağ) idi burası. 13. yüzyılda Safavi hükümranlığı döneminde Taymur Gurkani tarafından yaptırılmıştı. Bahçenin tam ortasında bugün müze olarak kullanılan sekizgen köşk ise 18. yüzyılda Kerim Han döneminde eklenmişti. Girişteki bir tabeladan okuduğumuz kadarıyla bahçe son olarak 2004 yılında restore edilmiş ve bugünkü pırıl pırıl görünümü almıştı. İki kenarı narenciye ağaçları tarafından bordürlenmiş taş yoldan yürüyerek müzeye vardık. Tam da beklendiği gibi önünde büyük bir havuz vardı. Müzenin içinde birkaç yağlıboya tablo, bir-iki porselen tabakla, 1839-1842 yılları arasında İran’a gönderilen elçilerle birlikte seyahat eden ressam Eugene Flandin (ki İstanbulla ilgili de pek çok gravürü vardır) ile mimar Pascal Coste’nin gravür ve skeçlerinden örnekler yer alıyordu. Bir duvar ise Suratgar tarafından boyanmıştı: birkaç dal ve bir sürü kuş. Ama ne kuşlar! Böylece müze binasının girişinde yer alan, metal-ahşap karışımıyla yapılmış ve üzerine oval Suratgar portresi yerleştirilmiş objenin esbabı mucibesi de anlaşılmış oluyordu.

Haç biçimindeki bahçeye esas kontürlerini veren, bazıları devasa boyutlardaki selvilerdi. Aradan kimi taş, kimi çakıl döşeli yollar ve üzerlerinde fıskiyelerin (toplam 64 tane) yer aldığı su kanalları geçiyordu. Müzecikten çıkınca Sibel’le yollarımız ayrıldı. O, suluboya çalışabileceği bir köşe beğenmeye gitti, bense bahçeye bakarken yitip gidebileceğim bir açının peşine düştüm.

Cihannüma Bahçesi

Sonunda taş banklardan birinin üzerine, çim alanın ortasında tek başına duran bir zeytin ağacının karşısına tünedim ve cennette estiği savlanan nahiye rüzgarının tatlı kollarına bıraktım kendimi. Işık oyunlarının dolaştığı çimleri seyrettim bir süre, bir yandan koyu yapraklar arasında görünmez olmuş Suratgar kuşlarının cıvıltısını dinlerken; çiçek tarhlarının arasına konup kalkan kargaları, kıyıda köşede kumrular gibi gezen ya da oturdukları yerden bir daha kalkma ihtiyacı duymayan, zamanı unutmuş aşıkları izliyordum. Daha uzakta, kafalarında hasır Meksika şapkalarıyla bahçıvanlar, önceden hazırlanmış tarhlara çiçek ekiyorlardı. Tam olarak ne zamandır o an, hiç bilinmez, birden bütün bunlar görünmez oldu.

Şanslıysak, yukarılardan bir nehrin akışını izler gibi izleyebiliriz bazı sözcüklerin serüvenini: Tepelerden aşağı sel gibi gider, sonra bir ovada durulur, kollara ayrılır, yılankavi hareketlerle s’ler çizerek adacıklar yaratır ve hurufi bir yazıya dönüşür ama ötede yolunu sürdürmektedir hala; koyu mavi, damarlı bir hal alarak karların ortasından geçer, kumulları kat eder, boz bulanık olur. O hayran olunan su yitmiştir sanki, oysa deltaya yaklaşırken üç-dört ana renk kullanılarak yaratılmış soyut bir tablodaki gibi görsel şölene dönüşecektir yeniden.

Bahçe bu tür sözcüklerden biridir. Kelimenin aslı Farsça “bahçe”den geliyor. Ama onun da kökeninde Avesta’daki vaxşa (mülk) olma ihtimali var. Avesta eski İran inancı Zerdüştlüğün kutsal metinlerinin adıydı ve bu metinlerin yer aldığı kitapların çoğu Persepolis’te Büyük İskender tarafından yakılmıştı. (Evet, İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılmasından asırlarca önce.) Bu yüzden kesin bir şey söylemek zor.

Arapça’ya Farsça’dan geçtiği kesin, orada dallanıp budaklanmaya başlamış: Harika (ağaçlı bahçe, ağaçlık), firdevs (bahçe, cennet, uçmak), bustan (bahçe, çiçek bahçesi, sebze bahçesi), ravza (bahçe, mecazi anlamda cennet) gibi…

Gençliğimizde İstanbul’da, Park Otel ile Fındıklı arasındaki kuytuda bir Cennet Bahçesi vardı, ama nerede yoktur ki? Cennet ve bahçe tek yumurta ikizleri gibidir.

Cennet kelimesinin çıkış noktası Aramice ganna (bahçe) sözcüğünden geliyor. Bu Sami diline gnn (korumak, etrafını çevirmek) anlamında geçmiş ve eski Farsça’da etrafı çevrili yer, bahçe karşılığında pairidazea sözcüğü kullanılırmış. Bundan sonrasını Louise Barry’nin “Cennet Bahçesi” denemesinden takip edebiliriz: “İngilizlerdeki garden (bahçe) ve paradise (cennet) sözcükleri, etimolojik olarak birbirine oldukça yakındır. Yunanca’daki paradeisos’dan; paradeisos da Farsça’da ‘dışarıya kapalı yer” anlamına gelen pardez’den türemiştir. Pardez’in ilk anlamı, hükümdara ayrılmış, dışarıya kapalı av bahçesidir; Eski Ahit’teki İbranice’ye de yine “bahçe” ya da “dışarıya kapalı yer anlamına gelen parades olarak geçmiştir. Yunancaya aktarılırken sözcüğün içeriği “krallara layık” veya “muhteşem bahçe” anlamına da gelebilecek şekilde genişlemiştir. Bu genişleme daha sonra İbranice’de alacağı cennet bahçesi ve cennet krallığı anlamlarını da içermesini sağlamıştır.”

Başlangıçta Pers İmparatorluğu’nun kurucusu Büyük Kyros’un, Şiraz yakınındaki Pasargad’da kurduğu ve yeryüzünde cenneti temsil ettiğine inanılan bahçeler vardı. Bunlar yalın haç planlı bahçelerdi. Bahçe haline getirilecek alan dört eşit parçaya bölünüyor, aralarından yürüme yolları ve sulama kanalları geçiriliyor ve tam merkeze bir köşk ya da bir havuz (bazen ikisi birden) yapılıyordu ve tarihte İran bahçesi olarak tezahür eden bu bahçe düzenlemesine çarbağ deniliyordu. Bahçenin boyutları çok büyüdüğünde ya da daha fazla parçaya bölünmek istendiğinde, baştaki dört parça kendi içinde yeniden dörde bölünüyor ve ortaya 16 eşit parçası olan bir bahçe çıkıyordu. Böylece kozmik düzenin simetrisi de (uyumu) korunmuş oluyordu.

Barbar Araplar, İslamın fetihçi ruhuyla kanatlanıp 7. yüzyılda İran topraklarını fethettikleri zaman bu bahçelerle karşılaşmışlar ve Kur’an’da anlatılan cennet bahçelerinin olsa olsa bunlar olabileceğini düşünmüşlerdi. Cenneti betimleyen ayetlerde anlatılan şeyler tam da karşılarında duruyordu: Soğuk sular, akan ırmaklar, güzel tahtlar, döşekler, şaraplar, gölgelikler, çeşitli yemişler ve huriler… Daha sonra cennetin resmedildiği bütün minyatürlere bu İran bahçesi damgasını vurmuştur denilebilir. Ama yekpare değildir bu cennet, tıpkı dünyada olduğu gibi burada da katmanlar ve sınıfsal ayrım vardır: Sekiz katmandan oluşur cennet; beyaz inciden başlayıp el değmemiş inciye doğru katbekat kıymeti artan değerli taş ve madenlerle gösterilmiştir.

İbn-i Arabşah’ın yüzyıllar öncesinde iddia ettiği gibi dünyanın en güzel bahçesi miydi bu gerçekten? Ne yalan söylemeli daha gösterişlilerini görmüştüm. Ancak içinde vakit geçirdikçe, bahçenin düzenlenişinde gösterişten çok daha başka ihtiyaçların göz önüne alındığını anlıyordunuz. İran Bahçesi kitabının yazarı Hoshouse, İran bahçelerinin İslamiyetin gelişiyle birlikte tefekkür ve ruh huzuru mekanlarına dönüştüğünü yazmıştı: Yapıların biçimi, suyun ve bitkilerin kullanımıyla sağlanan bir şeydi bu ona göre. Kanımca bunun içine boşluğun kullanılma biçimini de eklemek gerekir. Bahçede gördüğüm her şey, duyduğum bütün sesler, eşsiz meltem ve yeni biçilmiş çimen kokusu, hepsi gelip o boşluğun içinde birikiyor ve titreyerek dağılıyorlardı.

İstanbul’da, o boşluklardan birinde dolaşırken rastlamıştım Sedad Hakkı Eldem’in “Türk Bahçeleri” kitabına. Hayal edilmesi bile zor bir saptamayla açılıyordu kitap: “İstanbul bir bahçeler şehriydi.” O bahçelerin de kökeninde İran’ın çarbağ’ları vardı hiç şüphesiz.

Eldem 1930 yılında, henüz 22 yaşındayken Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü’nden mezun olmuş hayat gailesi içinde genç bir adamdı ve ömrünün sonraki on yılını, bir misyoner gibi, İstanbul’un kaybolmuş ve kaybolmakta olan bahçelerinin envanterini çıkartmaya adamıştı. Kimi zaman hırsız muamelesi görüp karakollarda dert anlatmayı da göze alarak, şehrin belleğini korumaya çalışıyordu. İlk on yılda ancak araştırmalarını tamamlamıştı. Üzerine bir dört yıl daha koyarak Türk Bahçeleri kitabını yayıma hazır hale getirdi. Yıl 1944’tü.

Kitap ancak 1973 yılında Kültür Bakanlığı yayın listesine alındı ve 1976 yılında, yazılışından 32 yıl sonra yayımlandı. Bu arada İstanbul’da kalan son bahçe kırıntıları da çoktan yağmalanmıştı.

Sedad Bey’in kitabını görmüş fakat o zaman müthiş fiyatı yüzünden alamamıştım. Şiraz’a gideceğim zaman, bahçe meselesine daha yakından bakmam gerekeceğini anladığımda -yani bu hesapla kitabın yayımlanmasından 39 yıl sonra- internet başında epey bir mesai harcadıktan sonra Kadıköy’deki bir sahafta buldum izini. İstenen fiyat tam olarak gidiş dönüş İstanbul-Şiraz uçuşlarımız kadardı. Başka kaynaklara yöneldim. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde kıstırdım sonunda. Kitabı, kimlik karşılığı ödünç verdiler. Ben olsam vermezdim, çünkü yeni bir kimlik çıkarmak neredeyse bedavaydı. Görkemli merdivenlerden iki kat aşağıya indim, üniversitenin resmi fotokopicisini buldum ve bankonun önünde uzanan kuyruğa girdim. Fotokopici arkada yere serdiği seccadesinin üzerinde namaz kılıyordu.

Kitap tek kelimeyle eşsizdi. Belki tek boşluğu, kentin Bizans dönemi üzerinde hiç durmamış olmasıydı; özellikle de mesire yerleri söz konusu olduğunda ve bu tür alanların Yunan ve Roma geleneğindeki önemleri göz önünde bulundurulduğunda, boşluk belirginleşiyordu.

İnanılması güç olan, son on yılda prestij adı altında basılan, bütçesi vergiden düşülen ya da İstanbul Kültür Başkenti yabancı fonlarından karşılanan ve çoğu koleksiyonerler tarafından ilk günkü haliyle korunmak üzere satın alınan bunca kitabın arasında, Türk Bahçeleri’nin yeni basım için kendine yer bulamamış olmasıydı. Bu ancak uzun yıllardır, bahçe kültürüyle uzaktan yakından hiçbir ilgimizin kalmamış olmasıyla açıklanabilirdi herhalde.

Belki de diyordum kendi kendime, şimdi Cihannüma Bahçesi içinde iyice ipin ucunu kaçırmışken; Sedad Bey’in içinde yaşadığı topluma ilişkin öngörüsüzlüğünün de payı vardı işlerin böyle gelişmesinde: Hiç değilse kitabın alt başlığında “Müteahhit ve Lale” ibaresi olsaydı! Oysa o, aymazlıkta sınır tanımayarak önsözde, “Bu kitap başka hiçbir şey öğretemezse, hiç olmazsa eski bir aile albümü olma ödevini görebilir” diye yazmıştı. Aile albümlerinin atıldığı çöplüklerden, köyleri yakılıp şehre sürülmüş Kürt çocuklar tarafından toplanıp, çöp mezatlarında satıldığını görecek kadar yaşamamış olması, kendisi adına tek tesellimiz olabilir.

Türk Bahçeleri kitabının hikayesi maziyle de, bahçeyle de uzun boylu bir alakamızın olmadığının açık göstergesiydi. Peki daha önce o bağlarda, bahçelerde gezip, yiyip içenler, sandal sefalarana çıkıp oğlanlara göz süzenler ve patronun has bahçelerinde zıkkımlananların bu cennet dünyayla kurduğu kültürel bir ilişki var mıydı acaba? Varsa ne boyutlardaydı? Bunun cevabını Asaf Halet Çelebi’nin İstanbul’un Fethi’nin 500. yılı dolayısıyla basılmış -tabii yine baskısı olmayan- “Divan Şiirinde İstanbul” (1953) antolojisinin önsözünden takip edebiliriz: “Türk şiirinin eski örneklerini ihtiva eden divan şiirinde İstanbul’un eşsiz özelliklerine, hususiyetlerine, kasırlarına, çarşı ve pazarlarına, mesire ve eğlence yerlerine aid tasvirleri pek geniş ölçüde bulmaya imkan yokdur. (…) Bundan maada birçok büyük şairlerimiz arasında da İstanbul hakkında tek bir mısra bile söylememiş olanlar vardır: Mesela Fuzuli buna bir misal teşkil eder. Oldukça kalın bir divanı olan Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman) de İstanbul’a dair tek bir kelimeye rastlanmaz. Beş yüz sahifelik koca Nazım divanında ben ancak bir gazele sıkışmış tek bir beyit bulabildim.”

Rastgele usta!

Suluboya: Sibel Sümer

Geç kalmış birinin telaşıyla uyandım, ağaç orada duruyordu, kuş kaçmıştı, saat kaçtı? Garbzede, diye yazmıştı Al-i Ahmed: “Hiçbir şeyin, kendi kültürünün de sonradan edinme Batı kültürünün de derin yansıması olmadığı için, (garbzedelerin) bir kişiliği yoktur; o, gerçek hiçbir kökü olmayan bir nesnedir: Kendisi de, evi de, söyledikleri de herhangi bir koku salamaz…”

İkindi vakti bahçeden çıkıp yokuş aşağı Hafız Meydanı’na geldik, sağa kıvrılıp Azadi Bulvarı’nda yürümeye başladık. Bir süre sonra sağ tarafta, 11. yüzyılda kurulmuş ünlü Taht Bahçesi belirdi. Kentin kuzeyindeki kayalık bölgede yedi kat taraçayla oluşturulan ve üzerinde saray olan mekan, 17. yüzyılda Firdevs Bağı olarak anılıyormuş. 18. yüzyılda Firdevs’in Tahtı olmuş, bir yüzyıl sonra ise Kaçar Tahtı. Ancak 1850’den sonra Taht Bahçesi ismini almış. Bugünkü saray, 1789’da Kaçar Hanedanı döneminde yapılmış. Biz geçerken girişi kapatılmıştı ve kapıda askerler nöbet tutuyordu. Zaten önümüzde görülecek çok bahçe olduğu için, bulvarın karşısına geçip uzaktan seyretmekle yetindik. 20. yüzyıl başında Pehlevi döneminde çekilmiş bir fotoğrafını görmüştüm, çölde bir ziguratı andırıyordu.

Beş dakika daha yürüdükten sonra İrem Bulvarı’na kestirmeden geçebilmek için kentin önemli parklarından Azadi’nin kuzey kapısından girdik. Şiraz’ın en büyük parkı. Hemen girişte bir lunapark vardı, ileride yapay bir göletin içinde insanlar kayıklarla, deniz bisikletleriyle geziniyorlardı. Her yer çimendi, yürüme yollarının taşları yerlerinden oynamamıştı, kartpostallık ağaçlarla, rengarenk çalılarla ve çiçeklerle doluydu… Ortalığa saçılmış sigara izmaritleri, pet şişeler, naylon torbalar filan da yoktu görünürde. Gün boyu görmediğimiz kadar çok insan vardı parkta. Bir ağacın altında piknik yapan çift, onların ilerisinde halka kurup oturmuş iskambil oynayan gençler, taştan masalarda satranç problemiyle uğrayan ihtiyarlar ve kocaman bir ağacın altında hocalarının nezaretinde resim yapan 30-40 ilkokul öğrencisinden oluşan cıvıltılı bir sürü. Hafta içiydi, sonbahardı, şehir merkezinin epey dışındaydı park ama yaşıyordu. O kadar tavlayıcıydı ki, biz de bu yaşantının bir parçası olmak için, ilk gördümüz boş banka oturduk.

Azadi Park

Azadi Park’tan İrem Bağı’na olan mesafe haritada göründüğünden uzundu ya da biz yorulmuştuk artık, o yüzden parka giden İrem Bulvarı’nın belli belirsiz rampasını tırmanırken, bir bankı kerteriz alarak ilerliyor, oraya ulaştığımızda bir etabı daha geride bırakmış uzun yol yürüyüşçüleri gibi soluklanıyorduk. Böylece olağanüstü güzellikteki, iki yanı asırlık ağaçlarla kuşatılmış, iki katlı bahçeli evlerden oluşan bulvarın tadını çıkartma imkanını da buluyorduk. Daha şimdiden biliyordum ki, Cihannüma Bahçesi gibi bu yolu da ömrüm oldukça hatırlayacaktım.

Akşam alacası inerken İrem Bağı’nın girişine vardık. Bahçenin girişi, çapraz karşısında bulunan Şiraz Üniversitesi’nden çıkmış kızlı-erkekli öğrencilerle doluydu. Bu arada 1950’lerin Amerikan filmlerinden fırlamış, belli ki öğrenci olmayan iki kadından biri, kızıla boyalı dudaklarını bir bayrak gibi dalgalandırırken, Sibel’e aldırmaksızın, çapkınca göz kırpıp gülümsedi. Bir an için kendimi Çölde Çay filminin oryantalist John Malkovich’i gibi hissettim. Ama filmi hatırlayınca teveccüh gösterdiğinin ben olmadığımı da anlamıştım; o gülüş, bir muta nikahı davetiydi.

Bilet alıp turnikelerden geçtik. Meşhur bina hemen oracıktaydı. Güzel olmasına güzeldi şüphesiz; ama çevresiyle birlikte düşünüldüğünde -alt katına yerleşmiş atölyeler, binanın köşesindeki eski fotoğraflarla dolu dükkan ve önünde makinesiyle yaşlı fotoğrafçı, ona varlığının ne kadar gereksiz olduğunu hatırlatırcasına durmaksızın cep telefonlarıyla kendilerinin ve birbirlerinin fotoğrafını çeken insanlar- manasızlaşıyordu. Daha çok bir arboretumu anımsatan sıkış tıkış bahçesiyle İrem Bağı, Cihannüma’dan sonra pek fazla bir şey ifade etmedi. Belki Şiraz’la ilgili bütün rehber kitapların kare asında yer aldığı için, çıtanın fazla yükseğe konulmasından kaynaklanan bir handikapı da vardı.

Kovboyların ve atların yitmekte olduğu bir dünyanın anlatıldığı “Vahşi Belde” filminin son sahnesinde, William Holden atının terkisinden dönüp geriye, yitmiş zamanın gölgesine bakıyordu. Ben de şimdi akşam alacasında, taksinin camından akıp giden görüntüleri izlerken; bir yandan zihnimde gün boyu içinde dolaşıp durduğumuz bahçelere bakıyorum ve bir gölgeye bakmakta olduğum duygusu kaplıyordu içimi. Salt modern zamanların kent azmanları değil sözünü ettiğim, Şiraz’da tanıştığım insanların beklentilerinden de oluşan bir gölge bu. Daha çok tüketmek istiyorlar, yabancı sermayeye açlar ve Amerika Birleşik Devletleri ile yapılacak bir anlaşmanın hayatlarını değiştirmesini sabırsızlıkla bekliyorlar. Tıpkı Havana’dakiler gibi. Kabul etmeliyim ki anlaşılabilir bir şey bu.

Richard Sennett, “Ten ve Taş’ta manastır bahçelerini anlatırken ufacık bir toprak parçasının bile boş bırakılmadığını, buralarda yapılan ziraatin tabiatla boy ölçüşmek gibi bir amaçtan beslendiğini, Ortaçağ keşişlerinin bahçeleri günaha özendiren yerler olarak gördüklerini ve ondaki şeytani yana dikkat çektiklerini anlatıyordu. Çünkü orada “beden görerek, koklayarak ve uyarılan dünyevi zevkler yardımıyla bahçenin içine çekiliyor ve ruhu cennete ulaşmak amacından alıkonuyordu.”

Salt, Cihannüma’daki tefekkür vaat eden boşlukla, Batı’nın hazır oldaki bahçeleri değil kanımca buradaki dilemma. Daha derin bir ayrım var. Küreselleşen dünya, Doğu ile Batı arasındaki kadim makası da kapatır mı gelecekte? Kim kime doğru, nasıl yaklaşacak; bir noktada buluşulacak mı? Doğu’nun Batı söz konusu olduğunda zehirli bir sarmaşık haline gelmiş, aşk ve nefret ilişkisine sıkışmış bozuk saati, günde iki kereden çok doğruyu gösterecek mi? Belli ki “Huzur Hıristiyanlıkta” gibi bir orta yol yok. Birlikte cennetin tapularını satmaları da mümkün değil. Bir gün paylaşabilecekleri bir cennet bahçesi olabilir mi? Olursa ne pahasına olur? Çoğaltılabilir bütün bu sorular. Kaldı ki beni daha çok ilgilendiren, onun ya da bunun ağır basması değil. Zaman içinde başka cennet bahçelerinin olacağından da kuşkum yok.

Galiba asıl merak ettiğim soru, Derek Jarman’ın Bahçe’sine ne olacağı?

Şiraz. Serhat Öztürk. Can Yayınları. 2016.