Yolculuk yazıları

Dost

Francis Bacon’un müdavimi olduğu barda, ressamın ölüm haberini alan dostları…


“Çamaşır suyuyla dostunu zehirledi”, diye yazıyordu Hürriyet 2’nin manşetinde. Merakınızı gıcıklayan, başkalarının trajedisinde huzur bulmanızı sağlayan, tipik bir üçüncü sayfa haberi. Gazete yerde duruyordu, haberi okudum –spotlardan ibaretti, küçük bir kaosla başbaşa buldum kendimi. Kadın –adamın dostu olan, şimdi “sevgilisi, “imam nikahlı karısı”, “yasak aşk”ı da olmuştu.

Hepsini bir yana bırakıp dost’a takıldım. Dost’taki “kötü kadın” vurgusuna. Dost tutmak, geçmişten gelen bir deyim. Görücü usulü evlilikler çağında, toplumsal baskıya karşı, kadın-erkek ilişkilerinde kişisel  özgürlüğün kurmsallaştığı bir yan alan. Kuşkusuz erkeklerin tekelinde olması üzerinde ayrıca durulabilir, ama bunu aşan bir yanı da var dost tutmanın. Çünkü bir erkeğin dostu olan kadından söz edilebildiği gibi, bir kadının dostu olan erkekten de söz edilebiliyor. Şöyle düşünmek de yanlış olmaz, işin içinde bir muhabbet olmasa, adına dost denmezdi.

Nasıl oldu da dost, zaman içinde “kötü kadın” vurgusuyla öne çıktı? Üstelik kadın-erkek ilişkilerinde geçmişle kıyaslanmayacak bir özgürleşmeden söz ettiğimiz dönemde, dildeki bu tutuculuğun ve anlam daralmasının anlamı nedir?

Her soru yanıtlanacak diye bir kural yok.

Kalktım. Eyüboğlu’nun Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’nü açtım.

Dost, fars. dust’ (sevgili, sevilen, beğenilen)tan dost.

Türk diline yazı yoluyla geçti.”

Sözlükte, dostun karşıtı olarak düşman gösterilmiş. (Geçerken, Yıldız Moran’ın Eşanlamlı Sözcükler ve Karşık Anlamları Sözlüğü’ne baktım, herhangi bir karşıtlıktan söz edilmiyordu.) Moran’ınki sadece bir atlama mı, yoksa dosta düşmana karşı böyle bir karşıtlıktan söz edilemeyeceğini mi düşünüyor? Alın size bir soru daha. Bir dostumun söylediği Shakespeare dizesini anımsadım: Hoo! Friend or foe!

Sözlük karıştırmaktan daha eğlenceli ne olabilir. TDK’nın Kavramlar Dizini’ne el attım ve dost başlığı altında verilen kavramlar içinde gezinip, kendi listemi oluşturmaya başladım:

Mahrem: Maske

Aşina: Nereden?

Hemdert: Meyhaneden

Muhabbet: Bütününü kuşatır mı? Başka ne beklemek hakkına sahiptir ki insan dostlarından? Dostlukları zedeleyen, beklentilerimizin ölçüsüzlüğü değil midir hemen her zaman?

Sevişme: Seviştiklerimizle dost olabildik mi/kalabildik mi?

Can: Bir kuşağın çocuklarına can’lı isimler koymaları (Kerem Can, Ali Can, Kemal Can…) dostluğa v erdikleri önemin mi, halkla bütünleşmenin bir yolu da budur inancının mı, yoksa yaşayamadıklarına duydukları özlemin mi sonucuydu?

Kaptırkıp gidebilir insan, ama bununla sınırlı değil ki yelpaze: “teklifsiz”, “sıkıfıkı”, “yağlı ballı”, “senli benli” gibi kavramlar da dost başlığı altında arz-ı endam ediyor peşi sıra.

Bu da yeni bir şey değil elbet. Montaigne, dostluğun farklı çehreleri üzerinde durur ve gerçek dostluğun azrak yanını (“Onu niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim.”) vurgular ve geneline, işin hiç de sıcak bakmadığı yanına geçer: “O dostluklar da  insanın, eli dizginde yürümesi gerekir.”

Eski dostluklar, ortak geçmiş temelinde belli bir bencillik payı taşırlar, bu yüzden kolayına vazgeçemeyiz eski dostlarımızdan. Onların yaptıkları daha kolay bağışlanır. Evet, canımızı bir yabancıdan daha çok yaktıkları doğrudur, ama bağışlanır. Bağışlayan ve bağışlanan terazisinin kurulduğu yerde, artık dostluktan söz edilip edilemeyeceği düşünülmeksizin.

Eski dostlukları dönem dönem nadasa bırakmak gerekir. Arada bir de olsa, aynalı bir rüyadan uyanmak iyidir ne olsa.

Yeni dostluklarda, meleklerin kulağınıza fısıldadığı; “Siz beni seviyorsunuz, bu sevgiye sebep ne acep?” sorusu, size zaman karşısındaki aczinizi hatırlatır.

Dedem bu kavşakta inmiş trenden. Yaşlandığında, ne sağırlık ne de gönlünce içememek değildi bana sorarsanız derdi. Sadecve çok uzun yıllardır dostsuz yaşıyordu. Yine de beni görür görmez, “Arkadaş mı? Boşveeeer!” derdi ilk laf ve her seferinde sağ elinin, adam sende! Hareketiyle altını çizerdi bunun: “Onlardan hayır gelmez insana.”

Babamın arkadaşı çoktu. Hatta annemin, halaların, amcaların ve bazı dostlarının ısrarla söylediklerine inanılacak olursa; dostları, yani bir hiç uğruna harcamıştı hayatını. Buna rağmen babamın da evli bir adamın –mesela oğlunun- dostlarını evine getirmesine kafası basmazdı. Uzun içki sofralarının sabaha karşısında, ne vakit bu konu açılsa –ki bir punduna getirirdi muhakkak-, ateş ve barut diye başlayan uzun mülahazalara girerdi. Ona göre meyhane, kıraathane, pavyon ve kerhane bahsi içinde değerlendirilmeliydi olsa olsa dost; bir de kavga…

Dost insanın yapıtaşlarından biridir oysa. Bir manide söylendiği gibi olmazsa olmaz: “Kahvelerim pişti gel / Köpükleri taştı gel / İyi günümün dostu / Kötü günüm geçti gel.”

Dostluğun, bir de öte yakası vardır. “Dostluk herşeyden önce inandır”, der ya Bilge Karasu; bu tanım hem dostluğun kökenine ilişkindir, hem de onu bir tepeden aşırtır: Yolculuk ayrı ayrı da sürse, benzer güzergahlardan geçenlerin, benzer sancıları duyanların, benzer tepelere tırmananların dostluğu söz konusudur burada.  Enis Batur’un “Zamandır” da sözünü ettiği böylesi bir dostluktur olsa olsa: “Bizden biri” çekip gittiğinde, bizi birbirimize bağlayan, kenetleyen, mıhlayan yalnızlıkların, bütün o yalnızlıkların biraraya geldiklerinde kurdukları büyük yalnızlık çadırının içinden..”

Böyle dostluklarda, “aralarından su sızmamak” gibi bir aşılmaz hendeseyle de karşılaşmaz insan.

Su, sızar, çünkü…

Express Dergisi. 1994