Stefan Zweig, “Yolculuklar Üzerine” adlı denemesinde, yerinde bir öngörüyle “Yakın gelecekte insanlar artık yolculuklar yapmayacak, onlara yolculuklar yaptırılacak” diyor ve ekliyordu: Fakat böyle hep bir arada yapılan yolculuklarda, gidilen ülkenin gizemli kimi yanlarını rastlantı sonucu tanıma olanağı yitirilmiyor mu? Ta eski çağlardan bu yana “seyahat” deyince insanların aklına bir an için macera ve tehlike gelirdi. Seyahat kelimesinin içinde hep birçok rastlantının yanı sıra çekici bir güvensizlik de vardı. Bir başka ülkeye, tanımadığımız yörelere giderken, bunu sadece oraları merak ettiğimiz için yapmıyoruz. Günlük, alışılmış ve düzenli yaşamımızdan uzaklaşmak, evimizi terk etmek, daha doğrusu bir an için başkası olmak istiyoruz.
Zweig’ın sözünü ettiği ”başkası olmak hali”nin bendeki karşılığını bazı yaz sabahları gün doğarken çıktığım Çıralı kumsalında bulurum. O saatte birkaç yogacı dışında genellikle kumsal boştur, iki veya üç yeni yetme köpek, büyük bir şevkle kumların tozunu atmaktadırlar. Onları seyrederken dünyadaki varoluşun en saf haline tanıklık ettiğimi düşünürüm. Kendini oyun içinde yitirmenin katıksız hazzı. Yeni ve hiç bilmediğim bir kente doğru yola çıkmak, tam olarak oraya varmam artık imkansız olsa da, hiç değilse oraya doğru yaklaştığım süreçtir; seyahat etmenin lugatımdaki manası da budur
Bu kadarı yetmeli belki de. Öyle olmuyor, giderek daha çok batıyor insan, belki de sürekli dolaşacak kadar zengin olmadığı için ya da sürekli dolaşmak da sürekli bir yer de oturmak kadar sıkıcı olduğundan; salt meraktan ve merakın sonucu olarak biriken şeyleri başkalarıyla paylaşmak arzusundan… O yüzden kitaplar okuyor, kitaplar yazıyor, başkalarının yazdıkları seyahatnamelere bakıyoruz. Onlar ne yapmışlar, nasıl yazmışlar? Onlar hakında neler yazılmış, kim kimden nasıl etkilenmiş, neleri almış? Kim kime ne demiş? Giderek yükselen, genişleyen, yayılan bir uğultunun içinde yaşamak; geç saatte bir meyhanede olmak gibi.
Bu kadarı yetmeli belki de. Öyle olmuyor, giderek daha çok batıyor insan, belki de sürekli dolaşacak kadar zengin olmadığı için ya da sürekli dolaşmak da sürekli bir yer de oturmak kadar sıkıcı olduğundan; salt meraktan ve merakın sonucu olarak biriken şeyleri başkalarıyla paylaşmak arzusundan… O yüzden kitaplar okuyor, kitaplar yazıyor, başkalarının yazdıkları seyahatnamelere bakıyoruz. Onlar ne yapmışlar, nasıl yazmışlar? Onlar hakında neler yazılmış, kim kimden nasıl etkilenmiş, neleri almış? Kim kime ne demiş? Giderek yükselen, genişleyen, yayılan bir uğultunun içinde yaşamak; geç saatte bir meyhanede olmak gibi.
– Orhan Şaik Gökyay demiş ki, Seyid Ali Reis’in (1557) kitabı Osmanlı klasik devrinin bilinen tek seyahatnamesidir.
– Bence halt etmiş, çünkü İnalcık Hoca Osmanlı klasik dönemini 1300-1600 arasına koyar ve bu dönemde nereden baksan dört-beş seyahatname vardır, Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesi de (1521) önce gelir.
– Evet ama, Trabzonlu Aşık Mehmed’in transkripsiyonunu yayımlayan Mahmut Ak, seyahatnameyi değerlendirdiği ilk cildin son sözünde, ilk gerçek Osmanlı seyahatnamesi ünvanını kazanma ayrıcalığının “Menazırü’l-avalim” ( (1596-1598) olduğunu söylemiyor muydu?
– Ona bakarsan kitabın girişinde Şerafettin Turan’dan nakille, Seyid Ali’nin yazdıkları için tam bir seyahatname hüviyetindedir de diyordu. Kitabında sonuna varınca başında ne yazdığını unutmuş olmalı.
– Gıyaseddin Nakkaş’ın daha 15. yüzyılda yazdığı Acaibü’-Letaif’i ile Ali Ekber Hatai’nin (1515) Yavuz Sultan Selim’e sunduğu “Hitainame”yi ne yapacağız?
– Onlar Farsçaydı.
– Tabii ama zaten o zaman ki saray, yani sanat patronajı Farsçayı yüceltiyor değil miydi? Priştinalı Şair Mesihi “Mesihi gökten insen sana yok yer / Yürü var gel Arap’dan ya da Acem’den” demiyor muydu?
– Arada hiç birimizin henüz görme fırsatı bulamadığı, Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet’in yazdığı varsayılan ve 16. yüzyılın son çeyreğine yerleştirilen bir “Acaibname-i Hindüstan” da var. Eksik bilgiyle konuşuyoruz.
– Gökyay Hoca’nın, “klasik çağ” gibi müphem bir tanımın arkasına saklanmasına ne buyrulur?
– Seyid Ali’nin kitabını okuyan var mı bu arada?
– Zorunlu bir seyahatname onunki. Bol bol kutsal mezarlık ziyaretlerinden söz ediyor, geçtikleri şehirlerin, ülkelerin, uçsuz bucaksız okyanustaki adaların ve limanların hiçbir iz bırakmaksızın ardı ardına devrilip gittikleri bir metin. Hatta bir yerde şöyle yazıyordu yanlış hatırlamıyorsam: Eğer Hint diyarının şaşılacak şeylerini anlatacak olursak, mevzu dışına çıkmış oluruz. Böyle seyyah olur mu? Şu sözünü de yabana atmamak lazım, ömrü boyunca Akdeniz’den çıkmamış adam, Hint Okyanus’unda fırtınaya tutulduğunda “Hazreti Nuh zamanından beri denizde şimdiki gibi fırtına çıkmamıştı.” diyor.
– İyi de mevzu neydi?”
– Osmanlı’da seyahate iyi gözle bakılır mıydı, seyyahlar teşvik görür müydü? Onu konuşuyorduk.
– Valla biliyorsunuz, bu kitaptan sonra halk arasında “başına Seydi Ali halleri geldi” diye bir deyiş alıp yürümüştü. Burada kastedilen şeye olumlu bir mana atfedilemez kanımca, zaten Seydi Ali de şöyle diyordu kitabının bir yerinde “Hiç olmazsa görülen şehirler, gezilen çok tuhaf ve şaşılacak yerler, ziyaret olunan mezarlar ve sonra da çekilen elem ve sıkıntıların anlatılıp bir kitap meydana getirilmesini arzu ediyoruz. Ki işitenler, keder dolu maceramızı anlayıp halimize acısın.” Aslında kendilerini acındırmaya çalıştıkları tabii ki padişahtı. Koca donanma batmış, bunlar 3.5 yıldır ortada yok ve sonra çıkıp geliyorlar. Kellelerinin gitmesi işten bile değil.
– Ben bu ilk kimdi takıntısına hastayım bi de. Barthes “kahraman son sözü söyleyendir” demişti. Bana öyle geliyor ki bizde ilk sözü kimin söylediğini tespit edendir kahraman!
– Bir deli kırk akıllı hikayesi diyorsun, yani!”
– Mevzu neydi?”
Mevzu 17. yüzyılda meydana gelmiş müthiş bir kazaydı aslında: Evliya Çelebi. Kendisini yıllarca “tamam çok gezmiş ama palavrası da bir o kadar boldur” ya da “gidip şehirleri adımlıyor ve mesafeleri yazıyor ne var ki bunda” türünden kulaktan dolma bilgilerle tanıdıktan ve yapılan tercümelerde pek de bir tat bulamadıktan sonra, nihayet 1996’dan itibaren yayımlanmaya başlayan transkripsiyonu ile mana ve önemini anlamaya başladık. Her şeyden önce büyük bir dilci vardı karşımızda. Robert Dankof “Evliya Çelebi Seyahatnamesi Okuma Sözlüğü’nde tam da buna işaret ediyordu: “Evliya’nın kullandığı standart dil kuşkusuz İstanbul Türkçesiydi. Payitahtta büyümüş, her gün çevresinde çeşitli ülke ve bölgelerden gelip bu şehre yerleşmiş çeşitli kesimlerden insanları duyup dinlemiş, onların kullandığı sözlere ve konuşma özelliklerine dikkat etmişti. (…) Lehçe ve ağız özelliklerinin standart Türkçe’den epey ayrıldığı yerlerde Evliya’nın, birçok kelime ve kimi kalıp ifadeleri sıralayarak, bunların standart Türkçe’deki karşılıklarını da ekleyerek ayrıntılı dil örnekleri sunduğu görülmektedir.” Kaldı ki gittiği yabancı ülkelerde salt resmi dile değil, yerel lehçelere de kulak kesilmiş bunları kitabına aktarmış bir gezginden söz ediyoruz.
Orhan Şaik Gökyay’ın 1973 yılında, “Türk Dili Aylık Edebiyat Dergisi Gezi Özel Sayısı” olarak hazırladığı antoloji, bir ilktir. Gökyay’ın da önsözde işaret ettiği gibi 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren “devlet kapısına ilişmiş” askerler, denizciler, devlet memurları, doktorlar ve hatta imamların yazdıkları seyahatnamelerin sayısı hızla artmaktadır.
Sıra dışı örneklerden biri Ahmet Mithat Efendi’nin 1878’de yazdığı “Sayyadane Bir Cevelan / Beykoz’dan İzmit Körfezi’ne Bir Av Gezisi” kitabıdır. Bir tekne gezintisi ve av partisinin anlatıldığı kitapta yazar, ilk kez Batılı seyahatnamelerin gelişmişliğinden ve yaygınlığından dem vurarak, Osmanlı’daki bu tür yazının yetersizliğinden bahs eder. Öyle midir gerçekten?.. Bugün dahi üzerine tartışılmış değildir.
Kaldı ki, 19. yüzyıl seyahatnamelerinin en sıkı örneklerinden biri Dr. Şerafettin Mağmumi’nin Anadolu ve Suriye yolculuklarını anlatan; İstanbul’dan başlayıp Ege ve Akdeniz sahilleri boyunca sürerek Şam – Humus – Trablus’a uzanan “Bir Osmanlı Doktorunun Anıları” (1894-95) kitabını, yayımlanışından bir asırdan da fazla zaman geçtikten sonra okuyabildik. Keza Eğirdirli Karçınzade Süleyman Şükrü Bey’in, Isparta’nın şirin beldesinden yola çıkıp İran’a varması, oradan Çin’e uzanması, arada Cezayir, Mısır, Paris, Avusturya’yı gezmesi ve son olarak Rusya’nın Petersburg şehrinde konaklamasının hikayesinin anlatıldığı ve 1907’e Petersburg’da basılan sıra dışı kitabı “Seyahatü’l-Kübra” da neden sonra Türkçe’de, yerel belediye tarafından yayımlandı.
Hamaset söz konusu olunca tek örnek bu kurmaca seyahatnameler midir? Ne münasebet, seyahati milliyetçi hezeyana çerez yapanlar da oracıkta beklemektedir. Bunların yolculuğa çıkış nedeni yeni yerler görmek, oradaki insanların yaşantılarına bakmak değil de, Osmanlı bakiyesinin çetelesini tutmak ve geçmişin zafer dolu (bir tek o) günlerini hatırlamaktır.
Hadi İmparatorluğu kaybedince, – fıkradaki gibi üzüntüden- “ben ne yaptığımın farkında mıyım?” durumu hasıl oldu diyelim; peki aradaki bütün o ırkçı saçmalıkları, ağır mantık burkulmalarını, kanlı salyaları ne yapacağız? Merak eden İsmail Habib’in seyahatnamelerine bakabilir.
Türkçede bir antoloji girişimi olan ikinci çalışma Enis Batur’un “Beş Kıtada Türk Seyyahları”dır (2002). Buradaki önemli ve yerinde tespit şudur: Antolojinin başlığını seçerken “Beş kıtayı vurgulamamın nedeni, gerçekten de, hiç değilse son yüzyıl içinde Alaska’dan Yeni Zelanda’ya, Güney Amerika’dan Japonya’ya uzanan uçsuz bucaksız bir coğrafyanın katedilmiş olmasıdır. Karayolu, deniz yolu, hava yolu sınırı tanımaksızın her bölgeye sefer düzenlemiş seyyahlarımız.
Bunların başında gazeteciler gelmektedir. Falih Rıfkı Atay var tabii, başlı başına bir ada. Türk dilinde seyahatname dendiğinde, mutlaka zikredilmesi gereken bir isim; biraz Ahmet Mithat’ın devamı, medeniyetin beşiği Garb’da gördüklerini buraya taşımaya çalışan, ama bir yandan buranın büyük bir medeniyet olduğunu da pışpışlamayı ihmal etmeyen, “garbiyatçılık” denilen şeyin belli başlı temsilcilerinden, hatta kurucularından.
Onun açtığı yoldan yürüyenler bir hayli fazla. Biraz Batı’yı anlama/anlatma, biraz davetlere icabet etmenin mecburiyeti (gittik, yedik içtik, bir şeyler yazalım bari), biraz da gazetelerdeki dizi yazı sayfalarının hareketlenmesiyle (ki son ikisi birbirini beslemişlerdir) genişlemiş bir alandan söz ediyoruz. Yazılanların çoğu Paris-Londra-Berlin-Moskova üzerine. Bir de “ata yadigarı” Balkanlar var tabii. Biraz İtalya, sonra medeniyetin beşiğini görmek için gidilen İsveç, Finlandiya gibi İskandinav ülkeleri, yükselen yeni yıldız Amerika ve bunların yanına sığışmaya çalışan bir Hind: Ahmet Rasim “Romanya Mektupları” (1917), Yunus Nadi “49 Saat Graf Zeppelin ile Havada” (1930), Faik Sabri Duran “Bir Türk Kızının Amerika Yolculuğu” (1935), Celaleddin Ezine “Amerika Mektupları” (1940), Ahmet Emin Yalman “Dünyadan Haber” (1944), Beş yazardan derleme “Hindistan’da Gördüklerimiz” (1953), Bedii Faik “Bir Garip Ada” (1957), Abdi İpekçi “Afrika “ (1959), Aslan Tufan Yazman “İsviçre Cenneti” (1962), Tarık Buğra “Gagaringrad” (1962), Çetin Altan “Bir Uçtan Bir Uca” (1965), Necmi Onur “Avustralya” (1968), İlhan Selçuk “Sovyetler-İran-Amerika İzlenimleri” (1976)….
Türkiye içinde yapılan ve memleketi anlayıp anlatmaya çalışan gezi yazıları da bu dönemde çoğalmaya başlamış: Reşat Nuri Güntekin “Anadolu Notları-1” (1936), Ruşen Eşref Ünaydın “Boğaziçi” (1938), İsmail Habib “Yurddan Yazılar” (1943), Cahit Beğenç “Toroslardan Aşağı” (1945), Yaşar Kemal “Peri Bacaları” (1957), Hikmet Birand “Anadolu Manzaraları” (1957)…
Halikarnas Balıkçısı lakaplı Cevat Şakir’in Bodrum’a sürgünü ve sonrasında yazdıklarının sürecin hızlanmasında kayda değer bir rolü vardır, Azra Erhat’ın zamanında çok ses getiren kitabı “Mavi Yolculuk” (1960) uzun yıllara yayılan bir etkide bulunur. Murat Belge’nin deyişiyle “Türklerin Türkiye’yi keşfi” başlamıştır.
Bir de kendi başına seyahate çıkıp, kendi imkanlarıyla gezip, yazdıkları kitabı kendi imkanlarıyla bastıranlar var. Bunlar sayesinde gezilen coğrafyaların sınırları bir hayli genişlemiştir: Miralay Ahmet Beyzade M.Osman’ın “Avustralya Seyahati” (1932), Ahmet Kemal İlkul’un “Şanghay Hatıraları” (1939), Mehmet Süreyya Ersöz’den “Avustralya ve Yeni Zelanda” (1956), Yümnü Sedes’den “Cenup Denizler Gezisi” (1964)…
Batur’un söylediği doğrudur, gidilmemiş yer kalmamıştır. Gerçekten de nicelik olarak hatırı sayılır bir toplam var elimizde, ancak nitelik açısından ne durumdayız burada henüz bütünü kucaklayacak bir değerlendirme yapılmış değildir. Kendimi bildim bileli şu dilemma ile yüz yüze dururuz Türkiye’de: Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Sanki biri diğerine engelmiş gibi. Gezenlerin okumaya ihtiyacı yokmuş ya da tam tersi. Bu genel eğilimin, birçok seyahatnamede kendini fazlasıyla belli ettiği su götürmez. Yazarlarımız, gittikleri yerde geride bıraktıklarını arayıp durmakla meşguldürler. En saçma örneklerinden birisi Mehmet Süreya Ersöz’ün Avustralya’da, Launceston’da kaldığı otelde yaşadıklarıdır.
Sadece seyahat yazını için söylemiyorum, şuursuzluk bahsi, Türk yazınında ayrıca bir başlık altında incelenmeyi hak edecek kadar yaygın bir olgudur.
Seyahatname yazmanın aslında ikili bir yönü vardır. Bir yandan gidip gördüğünüz yerleri, orada yaşayan insanları, kültürlerini, müziklerini, yemeklerini kendi dilinizde kendi ülkenizdeki insanlara anlatırsınız. Ama bir yandan da iyi yazılmış bir seyahatname, gezmeye gittiğiniz ülkenin, şehrin insanlarına da kendi ülkelerini ve şehirlerini anlatır, en azından bu potansiyeli taşır. Ahmet Haşim, kitabına yazdığı girişte “seyyah, yabancı alemler içinde kendisine arız olan cahillik sayesinde etrafını daima uydurucu bir gözün hayretleriyle görecektir” der ve ekler “Pierre Loti’nin İstanbul’u, ancak seyyah gözünün yoktan yaratıp görebileceği harikulade bir hayaldir.” Diyelim ki, Loti için durumun böyledir, aynı şeyi Edmond de Amicis’in “İstanbul”u için söyleyebilir miyiz? Orada bizim bakıp da görmediğimiz, görmeye-anlatmaya değer bulmadığımız hazineler saklıdır ve hiçbiri ne hayal ürünü ne de cahillik olarak nitelenebilir.
Edebiyatçıların yazdığı seyahatnameler genel toplam içinde ayrı bir yer tutarlar kuşkusuz: Cenab Şahabettin’in “Hac Yolunda”sı (1909), Ahmet Haşim’in “Frankfurt Seyahatnamesi” (1933), Melih Cevdet Anday’ın “Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan”ı (1965), Füruzan’ın “Balkan Yolcusu” (1996) hep zikredilen örnekler arasındadır. Ancak bu alanda bile henüz kapsamlı bir değerlendirme yapılmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Eski dönemde nasıl, gezi yazıları için gazete ve dergi arşivlerinin taranması gerekiyorsa, günümüzde de internette yazılanlara, kimi gezginlerin bloglarına başvurmak kaçınılmaz gözüküyor. Ayrıca teknolojik imkanların artması, yolculuk eden insan sayısının görülmemiş boyutlara ulaşması, rehber kitaplarının pıtrak gibi çoğalması, televizyonda sürekli gezi programlarının yayınlanması, beraberinde bugün nasıl bir seyahatname kitabı yazılmalı sorusu üzerine de düşünmeyi gerektiriyor. Bu arayışlara örnek olarak: Aslı Erdoğan’ın “Kırmızı Pelerinli Kent”ini (1998), Enis Batur’un “Başka Yollar”ını (2002), Murat Belge’nin “Başka Kentler, Başka Denizler” serisini (2002), Şavkar Altınel’in “Kvangvamun Kavşağı”ını (2004) gösterilebiliriz
Ama seyahatname deyince altın payı her zaman, gitmeden duramayan maceracılara ayrılmalıdır bence: Sadun Boro’dan “Pupa Yelken” (1969), Nadir Paksoy’dan “Yaş 21: Hayber” (1973/2005), Hasan Safkan’dan “Kuzey Afrika’dan Portekiz’e, Oradan Eve” (1993), Hülya Koç’tan “Bigamekibasugake” (1998), Özcan Yurdalan’dan Sarı Otobüs”ler (2001), Nasuh Maruki’den “Bir Hayalin Peşinde” (2004)…
Göze alanlar için seyahat hala bütün meşakkatiyle orada duruyor aslında. Niye az seyahat ediyoruz sorusunun 1990’lı yıllara kadar olan cevabını merak edenler, Paksoy’un 1973 yılında yaşanıp ancak 2005 yılında piyasaya çıkan kitabının girişindeki Sansaryan Han’dan pasaport alma hikayesine bakabilirler. Türkiye sanki dünyaya açık bir yerdi de insanlar mı seyahat etmiyordu? Haklı bir sorudur? Öte yandan, hiçbir engelin niyet etmiş birini durduramayacağının da açık kanıtıdır bu kitap.
Bunu böyle olduğunu anlamak için Hülya Koç’a bakmak yeterlidir. Onun, Venezuella’nın başkenti Karakas’ta sokaklarında düşünürüm zaman zaman. Önünde tek başına başlayıp bitireceği tehlikeler ve yalnızlıkla dolu binlerce kilometrelik bir bisiklet yolculuğu, kulaklarını dolduran gulyabani hikayeleri eşliğinde, yabancı bir şehirde dolaşıp, kum saatinin dolmasını beklerken. Godard’ın Serseri Aşıkları bir kez daha oradadır işte. Kişisel olarak bütün seyahat yazını tarihimizde, bu kadar ilham verici bir başka imgeyi gözümde canlandıramıyorum. Tavlayıcı, çok tavlayıcı!
Böyle söylüyorum ama, bir yandan da biliyorum ki, seyahat için bu kadar uzaklara, bilinmez ufuklara da ihtiyaç yoktur öte yandan. Herkesten böyle uçurumdan atlaması beklenemez çünkü, tam tersine çok az insan peşinde bir zebani varmışçasına gidip, kendini boşlukta sınayacaktır.
Şart da değildir. Türk dilinde yazılmış en iyi seyahatnamelerden biri olan Hikmet Birand’ın “Anadolu Manzaraları” Ankara civarına yapılan günü birlik gezintiler sonrasında kaleme alınmıştır.
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Umarım bir gün dünyayı elma gibi ikiye bölme hastalığından kurtuluruz, çünkü aslında bu ikisi birlikte yapılan, atbaşı giden, sürekli birbirini besleyen şeylerdir. Biri olmadan diğeri güdük kalır.
Bu yazıyı da Birand’ın kitabından aldığım çobanlar arasında sıkça kullanılan eski bir deyişle bitirmek isterim. Derlermiş ki: Akılsız köpeği, yol kocatır.
KAYNAKÇA
Anadolu Manzaraları. Hikmet Birand. Tübitak. 1999
Avustralya ve Yeni Zelanda. Mehmet Süreyya Ersöz Kurtulmuş Matbaası 1956
Başka Kentler, Başka Denizler. Murat Belge. İletişim Yayınları. 2002.
Beş Kıtada Türk Seyyahları. Enis Batur. Turkcell. 2002
Bigamekibasuyake. Hülya Koç. YKY. 1998
Bir Osmanlı Doktorunun Anıları. Dr. Şerafeddin Mağmuni. Büke Yayınları. 2001.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi. 1. Kitap. Orhan Şaik Gökyay. YKY. 1996
Menazırü-l-Avalim. Aşık Mehmed. Hazırlayan Mahmut Ak. Türk Tarih Kurumu Yayınları,. 2007
Meşhedi Aslan Peşinde. Ercüment Ekrem Talu. Suhulet Kütüphanesi. 1934
Sayyadane Bir Cevelan. Ahmed Mithat. İletişim yayınları. 2001
Tunadan Batıya. İsmail Habib. İstanbul Matbaacılık Neşriyat. 1935
Türk Dili Gezi Özel Sayısı. TDK. 1973
Yaş 21: Hayber. Nadir Paksoy. Bağlam yayınları. 2005
Bu yazı 2017 yılında Duvar Dergisi’nde yayımlanmıştır.