Yüksek tavanı, iç içe geçerek büyüyen odalarıyla, Lamartin’de eski bir apartmanın loş salonunda oturuyoruz. Yanıbaşımda, üç ayak üzerinde duran saatin yere kadar uzanan sarkacı biteviye gidip geliyor. Sıcağı ve gürültüsüyle, dışarısı çok uzakta.
Ufak tefek, sarışın kadın; daldan dala sıçrayarak konuşuyor, şehvetle. Sinema, dil sorunları, eşcinsellik ve edebiyat o kısa zaman zarfında konuşmasının belli başlı uğrak noktaları. Yarın tatile çıkacakmış. Akşamları, otelin balkonunda, çam ormanına karşı içilecek rakıları anlatıyor.
“Zamanlara ve zamanların rengine bakan” bir kadın canlanıyor imgelemimde.
Toparlanmalı. Yeni öykü kitabı Sekizinci Günah’la ilgili sorular sormaya geldim ben buraya. Bu saatin yanında oturmam, siyah altıgen bir fincandan çay içmem bundan. Öyleyse bir yerden başlamalı. Düzenli mi yazıyor?
“Hayır. Bazen aylarca yazmam, düşünürüm. Özellikle ellerim sıcak suyun içinde, bulaşık yıkarken. Aklıma gelenleri sağa, sola not alırım. Kimsenin bir şey anlayamayacağı notlardır bunar. Hatta bazen ben de çözemem. Nerede olsa çalışabilirim. Gürültü, insanlar rahatsız etmez beni. Hiçbir zaman özel bir odam olmadı, belki de ondan. Ama mutlaka müzik olsun isterim. Sözsüz bir müzik. Söz olunca aklım takılıyor.”
Çeviri yapıyorsa sabahları 11.00, yok kendi yazılarından biriyse öğleden sonra 17.00 gibi çalşıyormuş. Her zaman, artık bu son olsun diye, iki kopya yazdığını anlatıyor; ama sonra, yine kendini tutamayıp düzeltmelere giriştiğini de….
Köşede, camın kenarında o hep imrenilen kepenkli çalışma masalarından biri duruyor. Hepsini yayınlıyor mu yazdıklarının?
“Çok profesyonelce bakıyorum bu işe. Yayınlanmayacağını bildiğim şeyi yazmam. Ya yayınevinden söz almış olmalıyım ya da bana bir şey önermiş olmalılar. Yani harikalar yaratıp küçük küçük sandıklara koyma huyum yok.”
Bir öykü ortalama üç ay sürüyor ve asla bir oturuşta yazmıyormuş. Böyle yazılan öykülere güvenmiyor Uyar.
“Sekizinci Günah”, Tomris Uyar’ın şimdiye kadar ki öykülerinin hem bir devamı, hem de ayrılıyor onlardan. Yazar iyice görünmez kılınmış ya da çok bilerek ortaya çıkartılıyor. Kahramanlar ne sahipleniliyor ne yeriliyor. Mesaj vermekten çok, saf bir imgenin peşinde koşan öyküler bunlar. Metin içi ve metinler arası göndermelerle dolu.
Ya o arka kapaktaki polisiye tavır?
“Kitabın arka kapağını ben yazdım. Şimdi keşke hiç yazmasaydım diye düşünüyorum. Aslında o notu, sekiz günah kavramı Türk geleneği içinde yer almadığından bir polisiye tavra yol açmamak için koydum. Biraz fazla mı açık oldu, yoksa insanlar polisiye bir şey mi aradılar öykülerde?Bilemiyorum. Çünkü polisiye bir şey yok.”
Okuyucunun araştırıcı bir çabasının olması gerektiğini, ancak her öykünün içinden çıkan bir günah olmadığını, altını çizerek vurguluyor Uyar ve şöyle sürdürüyor sözlerini:
“Bu öyküleri yazarken çıkış noktam. bir öykünün birden çok okunuşu olmalı düşüncesiydi. Öyle öyküler olsun ki dedim, okur da yazar da günah işlesinler. Yazar anlatırken taraf tutar, yalan söyler. Okur da genellikle yazara inanır. Sözgelimi kitaptaki “Dondurma” öyküsü böyledir. Bunları kurcalamak istedim.”
Okur, hep belli birini ya yazarın kendisini ya yakın çevresinden birini arar yaratılan tiplerin arasında. Uyar nasıl oluşturuyor tiplerini?
“Yönetmen Andrzej Wajda’nın “Danton” filmiyle ilgili bir soruyu yanıtlarken söylediklerini hatırlayalım. “Ben Danton’u değil, bir çizginin tarafını tutuyorum. Çünkü insanlar yüzyıllar sonra çizgileriyle anılırlar. Bir Danton çizgisi vardır, bir de Robespierre çizgisi. Ben ahlaken Danton çizgisini savunuyorum, ama bu Danton’un kendisini savunduğum anlamına gelmiyor. İnsanlar niye kişilere takılıyorlar anlamıyorum. Kişileri gerçekten tanımaları mümkün değil ki, çünkü biliyorsunuz tarih bir yalandır. Öyküdeki kişilerde de önemli olan çizgidir. Belki aynı çizgiyi sürdüren kişilerin ortak özellikleri kullanılabilir. Bana gelince onları tamamen yaratmaktan yanayım. Zaten ben daha çok bir durum alıyorum ve bunun genellenebilir olmasına çalışıyorum. Çünkü istediğim, okurun o deney üzerine düşünmesi, o olay üzerine değil.”
Bir koşu mutfağa gidip geliyor. Çaydanlık yanmak üzereymiş. Sık sık başına geldiğini anlatıyor. Hangi öyküyü yazacağına nasıl karar veriyor, diye üsteliyorum.
“Bir insanın konuşmasındaki özellik olabilir. Tabii o zaman konuşmalı bir öykü yazacaksınız demektir. Rastgele kullanılan bir benzetme olabilir. Başlatıcı noktanın ne olacağını ben de bilmiyorum, ama o kendini unutturmuyorsa, o zaman bir öykü istiyor demektir. Benim içime yerleşip öbür öykülerin arasındaki yerini bulduktan sonra, kendini doğurtur.”
Bütün kitapları bir tema etrafında oluşuyor. Bunu söylerken, öykülerin detaylarına girip, örnekler veriyor. Bir dolu ayrıntı saçılıyor ortaya. Bunların hepsi evvelden düşünülerek, hesaplanarak mı başlanıyor yazmaya, yoksa?..
“Hayır, insan bunları ancak yazarken fark ediyor. Önce bir belkemiği tasarlanabilir ancak. Bütün incelikleri tasarlamak mümkün değil. Hiç ummadığınız bir şekilde de bitebilir. Zaten ben bitiş düşünmem pek. Ortasını düşünürüm. Bir de ilk cümle. (Yapayalnız Bir Gök öyküsü örnekse.) Bir öyküye nasıl girdiğiniz çok belirleyicidir.”
Kitabın son öyküsü olan ve Edip Cansever’in “Bezik Oynayan Kadınlar”ına göndermede bulunan “Manastırlı Hilmi Bey’e Beşinci Mektup”taki o iki soru takılıyor dilime dönüş yolunda: “Neredeyiz? Nereye?”
Sonunda, Seniha’nın ütopik yanıtına tutunuyorum: ”Bir gün herkes kendisi olsun.”
Güneş Gazetesi. 1991