Yolculuk yazıları

1 Mart 2016

Yolculuk öncesi uykuya dalmak pek kolay değildir, bu kez de öyle oldu. Dön sağa, dön sola. Yine de sabah altı buçukta kurulmuş gibi kalktım. Lafın gelişi değil, böyle zamanlarda gerçekten de birden doğrulup çıkıveririm yataktan. Bir yandan yüzümü yıkarken bir yandan zihnimde dönüp duruyordu soru, sanki o an çözülmesi gereken en acil iş buymuş gibi: İçime bu saati kim yerleştirdi?

Banyodan mutfağa geçerken, yatılı okul günlerine doğru uzanma eğilimindeki sesi susturdum. Madem ki kalkmıştım, en iyisi bir an önce yapılacak işlere hasretmekti kendimi. Kaç gündür hazırlanıyorduk ucu bucağı açık yolculuğa; hala yapılacak çok iş vardı. Bir kısmı kaçınılmaz şeylerdi: Buzdolabı temizlenecek, sepetteki patates ve soğanlar atılacak, internet kapatılacak -ama o en son-, evin hava alması için uygun pencerelerden bir ikisi aralık bırakılacak, kimi panjurlar indirilecek kimi sigortalar da, merdiven sahanlığından daireye geçişteki eşiğe böcek ilacı sıkılacak, evin içinde dört dönülecek ne unutmuş olabiliriz diye, etraf yeniden ve yeniden kolaçan edilecek; kahve suyu kaynatılacak bu arada, belki termos için bir tur daha: son domatesler, peynir ve biber ziyan olmasın, onlarla yolluk sandviç hazırlanacak. Vanayı da kapatacak mıydık aşağıdan?..

Bu sırada Sibel hanidir kalkmış, benim yaptığımı savladığım işlerin üzerinden bir daha geçiyor ve her aşamada çeşitli eksikler buluyor olacak. “Çöpleri atabilir miyiz artık?”,  “Daha değil!” 

2004 Peugout SW

Arada arabaya bakmak gelecek aklıma. İki yıl önce, çevrede yükselen binaların arasında işlevsiz kaldığı için kapatmaya karar verdiğimiz terasın pencerelerinden birini açıp, üç gün önce sokaktaki otopark mafyasıyla kurulmuş geleneksel iyi ilişkim sayesinde evin tam önüne çekme başarısı gösterdiğim arabaya bakacağım, yerinde duruyor mu, diye. Görünürde bir şey yok. Sonra sokağın alt tarafını kesmiş beton aktarma kamyonunu fark edeceğim. Mecburen geri geri çıkmamız gerekecek, diye düşüneceğim ve dehşetle ya yolun öteki tarafı da, o gün taşınmaya karar vermiş birinin kamyonu tarafından kapatılırsa önümüzdeki yarım saat içinde, o zaman ne olur halimiz kara senaryosu belirecek dalıp gittiğim boşlukta: bu durumda yeterince kaba gücümüz yoksa, derdimizi anlatacak bir Marko Paşa bulmak da imkansız olduğundan ya da bulduğumuzu sandıklarımız, Marko paşalığın gereği olarak kös dinleyeceğinden, kafese tıkılmış vahşi hayvanlar gibi, iki kamyon arasında tırnaklarımızı yiyip boşluğa küfürler savurarak dolaşacak, yola çıkmak için saatlerce beklemek zorunda kalacağız.

Camın önünde yarı belime kadar sarkmış haldeyken, kurduğum bu kara senaryonun etkisiyle olsa gerek, şehre ilişkin aidiyetini sorgulamaya başlamıştı Pavlov’un köpeği zihnim: Aidiyet öğrenilmiş bir şeydir diye fısıldıyordu kulağıma, üzerine bir mürekkep lekesi gibi dökülmüş, kalbine bir kazık gibi çakılmıştır… İtiraf ediyorum: Kont Drakula’yı çağrıştırdığı için güzel buluyordum bu metaforu. Yıllar önce izlediğim o Herzog filminde… Yoksa beyne saplanan bıçaktan, hatta 2016’da olduğumuza göre nöronlar arasına yerleştirilmiş bir yazılımdan ya da bir çipten söz etmek daha doğru olurdu hiç kuşkusuz. 

Oldum bittim bir ülkeye, bir millete, bir dine aidiyetim olmadı. Hepi topu bir dil ve İstanbul’un Yorgo Bacanos’lu zamanlarının giderek bulanıklaşan hatırası… Zamanla kurulmuş bir şey: Aidiyet. Zamanla çözülmesi mümkün o yüzden, kolay olmasada. Bu zamanla çözülen aidiyet duygusu üzerinde yeterince durulmadı mı yoksa benim mi hatırıma gelmiyor şimdi, bilemiyorum. Hep kılıçla çözülen durumlar geliyor usuma: Sürgün, göç, ölüm… 

“Doğrular yanılsama olduğunu unuttuğumuz yanılsamalardır” diyordu… 

Tayyareci Cemal sokağı

“Çöpler hazır!” nidasıyla kurtulacağım o boşluktan. Bir koşu inip çıkacağım dört kat merdiveni, çöpleri sokağın köşesindeki çöp dağının yanına bırakacağım. Otopark mafyasının elemanı, içinde ufak bir televizyon da olan seyyar beyaz tabutluğunu terketmiş olacak çoktan, şimdiden yer bulma/kapma telaşına girişmiş şoförlerin korno gerginliği kaplamışken sokağı, adamdaki gamsızlığa şaşacağım kim bilir kaçıncı kez. Yine de fazla oyalanmaya gelmez, daha bavullar indirilip yerleştirilecek ve öyle bir yerleştirmeli ki İsmail ile Eray’ın bavullarına da yer kalsın. Sahi onlar nerede acaba? Bavulları indirdikten sonra aramak daha iyi olur, çünkü o zamana kadar gelmiş olabilirler ve boşu boşuna…

Kalbim fena çarpacak merdivenleri üst üste inip çıkınca, bir test bu diye düşüneceğim, bavullu merdivenli, elektrosuz kardiyo. Biraz soluklanacağım çaktırmadan ve böyle böyle ölümlü fani olarak o sabah için yapabileceğim her şeyin sonuna geldiğimi anlayacağım; sokağa ineceğim ve kapının önünde durup sabahın yükünden kurtulmaya başlamış kayıtsızca dünyayı seyrederken, otoparkçı birden dibimde bitip, “Çıkıyor musun abi?” diye soracak. 

Bilmiyorum! Bugün çıkabilecek miyiz acaba, bu koduğumun şehrinden!

Böyle böyle, sabahın erken saatlerinde ertelediğim zaman mevzuuna döneceğim, biraz da gönülsüz. Kim yerleştirdi içime bu saati ulan, diye feryat edeceğim içten içe. Çocukluğumu hızla tarayıp, bir çırpıda Berlin yıllarına varacağım, fazla erken alınmış sorumluluklar olabilir müsebbibi. Almanların eline düşmüş olmak da… “Übung macht meister”miş diye söyleneceğim; Pervetich haritalarına göre 1920’lerin başında caddedeki evlerin arka bahçesi olarak işaretlenmiş, o sıralar varolmayan Tayyareci Cemal sokağında, kimsenin duymayacağı bir fısıltıyla.

Sonra bir süre de Sibel’le seyredeceğiz sokağı, geciken arkadaşlarımızı beklerken ve niye gecikmiş olabilecekleri üzerine çeşitlemeler yapıp oyalanmaya çalışırken. Derken onlar bir taksiden inecekler, şoförle tartışıyor olacaklar, bunun üzerine biz de taksiye doğru yaklaşacağız ve taksimetreyi açmayı unuttuğu için normal fiyatın üç katı para talep eden o tehditkar adamla tanışacağız; neyse ki gücümüz ona yetecek!

Zaman başlıbaşına tuhaf bir şeydir zaten ama İstanbul’da yaşıyorsanız, çok sıra dışı gösterilere de hazır olmanız gerekir; özellikle de asla öngörülemeyecek trafikte. Şişli’den çıktıktan sonra, bir kara delik oluştu ve biz onun içinden aktık ve neredeyse frene basmadan Mahmutbey gişelerine kadar gelmekle kalmadık, Hadımköy sapağını da aynı hızla geride bıraktık. Kabustan uzaklaştığımıza inanıyorduk, Kınalı sapağında otoyolu terkedip Marmara Ereğlisi’ne doğru ilerlemeye başladığımızda, bahar da baharlığını göstermişti. 

Meyve ağaçları hep, öncelikle. Sonra iki yanımızı kuşatan yeşil tarlalar, sarı tarlalar. Onlar ne acayip renklerdi öyle: Kanola mı, pilli boya mı? Şen bir türkü yerleşmek üzereydi ağzımıza handiyse, bitkilerle beraber topraktan fışkırdığı izlenimi uyandıran, su basmanı bile olmayan, beton binalara rastlamadan önce. Fışkırmak doğru değil tabii, daha çok uzaydan yörüngeye girince oraya buraya gelişigüzel düşmüş meteor parçacıkları izlenimi uyandırıyorlardı: dağınık, absürt, uyumsuz.  İnsan bir gerekçeli karar ararken buluyor kendini ister istemez gördüğü kazulet karşısında, gerçeği kabullenmemek için oradan oraya savruluyoruz. 

En kötüsü bu da değil üstelik. Sosyologların üzerinde tepinmeyi sevdikleri ve geleceğe ilişkin projeksiyonlarına projektör olarak kullandıkları gibi taşralılar değil bu binaları yapanlar. Eskiden öyleydilerse bile dönüşmüşler, siyasetle al takke ver külah olmuşlar, belediyelerden ya da Ankara’dan sebeplenmişler, çocuklarını kolejlere göndermişler, bir kısmı kolej de kurmuş sonra. Bildiğiniz kentli orta sınıflar bunlar. Yağmalanmış paracıklarıyla ortada dolaşan ve en sonunda bir sürek avında olduğunca mimarlarını arazinin peşine salan, atının terkisinde genlerine sinmiş bir tecavüz bilgisini oradan buraya taşıyan.

Evet tecavüz! Herkesin gözü önünde olmuş olan, olmaya devam eden ve olmaya devam edecek olan… Böylesine bir sürekliliğe ulaşmak, ancak kadim kültürlerin üstesinden gelebileceği bir şey değil midir! 

Böylece biraz evvel aklımdan geçen “geride bırakmak” lafının zamanın o sonsuz yanılsamalarından biri olduğunu, hiçbir şeyin geride bırakılmadığını ve asla bırakılamayacağını iliklerimde hissettim.

Sonunda öyle bir noktaya vardık ki, sorularla cevaplar, ileri ve geri vitesler, bütün dilemmalar sükuta erdi. Tekirdağ’a yaklaşırken çayırın ortasındaki dev uçağa bakarken bulduk kendimizi: Üzerinde, beyaz üzerine kırmızı majör harflerle “KÖFTE AIRLINES” yazıyordu. 

Ara ara konuşacak gibi olup, sonra susuyorduk. Dinlediğimiz müzikleri de pek hatırlamıyorum, sonunda İpsala sınır kapısına kadar vardık. Meriç’in kurumuş yatağı üzerindeki bir köprüden -göz-gez-arpacık!- hafifçe süzülerek… Alttaki bereketli topraklar ekilmişti, sınırın tam ortasında, kimseye ait olmaması gereken bu yeri kim ekiyordu ki? 

İpsala sınırı

Yunan gümrüğünde kimse yoktu. Bir süre boş camekanlı bölmenin önünde bekledik. Sonra elinde evraklarla gümrük binasından içeri giren insanlar gördük. Ben de arabanın evraklarını, yeşil sigortayı falan alıp peşlerine takıldım. Onlar kamyoncuymuş oysa,  böylece bir Yunanlı polis tarafından fırçalanma şerefine nail oldum. Bu hayatımda ilk kez olmadığı için Camus’nün avukatında olduğu gibi varoluşsal bir mesele haline gelmedi. Çoktan başlamış olan şeyin yeniden başlaması mümkün mü? Olsa olsa sürekli düşüşten söz edilebilir. Camus’unki de böyle miydi? İktidar ve güç sahipleri nezdinde, Nobel de kazansan sonu gelmeyecek bir düşüş. Genellikle fırçayı, yumruğu, kurşunu… yediğinle kalırsın. 

Ben binadan çıktığımda, bir başka polis camlı bölmedeki yerini almıştı. Giriş damgalarını bastı. Avrupa’ya adım attık!

Taş çatlasın yarım saat sonra Dedeağaç’ta, liman boyundaki sayısız tavernalardan birine kurulmuş şahane barbun, pamuk gibi ahtapot, nefis feta saganaki  ve vasat kalamardan atıştırıyorduk. İki yirmilik uzoyu da devirdikten sonra, kalkarken kapının girişinde demlenen yaşlı adamı gördüm. Mekanın sahibi olmalıydı. Biz gitmeden ayağa kalktı ve hepimize sıkı sıkı sarıldı. 

Kavalalı Mehmet Ali Paşa ev ve heykel

Bomboş bir otobandan son sürat Kavala girişine vardık ve hem dinlenip bir kahve içmek hem de Kavalalı Mehmet Paşa’nın evini arkadaşlara göstermek için arabayı park edip hafif rampayı tırmanmaya başladık. 19. yüzyılda Mısır’ı yeniden ayağa kaldırıp, Osmanlı’ya diklenen adamın atının ayakları dibinde durduk bir süre. Sonra, gün batımına karşı konuşlanmış, karşıdaki kahveye oturduk. Tekno çalıyordu. Gün batımı ve tekno. Bazı şeyleri anlamakta zorluk çekiyor insan. İstanbul’da bazen otobüste, metrobüste falan rastlıyordum kulaklıkla tekno dinleyenlere. Tek başına ya da bir yerde dans ederken, ya da kafan iyiyken tekrarlayan ritimlerin içindeki farklı dokuları hissetmekten keyif alabilir insan. Kendi üstüne kapanan bir müzikten söz ediyoruz sonuçta. Gün batımında akşama yumuşak geçiş yapmaya çalışan insanların oturduğu bir kahvede çalınmasının hikmeti nedir, anlamak mümkün değil. 

O tekno sesini susturana kadar Selanik’e varmıştık. Laciverde dönüşen bir gökyüzü altında, yokuş aşağı sallandık ve ünlü Egnatia caddesine 200 metre kala, sağda Anatolia Oteli’nin önünde durduk. Neyse ki bir arabalık park yeri vardı. Otel yeni, odalar güzeldi. İki saatlik dinlenmeden sonra kendimizi Aristotales Meydanı’nın hemen arkasında yer alan ve bizim Nevizade’yi andıran meyhaneler sokağına attık. Her yerden cayır cayır buzuki sesi geliyordu. En az gürültülü tavernanın önündeki boş masaya çöküp nefsimizi köreltmeye giriştik. Vakit geceyarısına yaklaşırken, masanın köşesinde biriken 20’lik Barbayani şişeleriyle birlikte kendimize gelmiştik. Hep olduğu gibi biz kalkmaya niyetlenirken Yunanlılar akşam yemeği için yeni geliyorlardı. Bu insanı ateşleyen bir şey, acaba bir şişe daha mı? Neyse ki yol yorgunluğu ve kızlar vardı.

Otele dönerken ara sokaklara dalıp çıktıkça kalabalık azaldı, sonra kimsecikler kalmadı. Derken bir meydana çıktık ve karşı köşede masalsı bir manav duruyordu. Neredeyse çocukluğumuzu çağrıştıran o ışık ve renk cümbüşünden öylesine etkilendik ki, sebepsiz bir sürü meyve aldık.