Yolculuk yazıları

10 Eylül

Paris-Avignon 700 kilometre. Otobandan gidiyoruz. Almanya’dakine göre her şey ağır çekim. Uzun bir aradan sonra güneye döndük, iyi haber. Molalarla birlikte dört saatte Lyon’a vardık. Fransa’nın gastronomi merkezi olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu bir yer ama pazar öğleden sonra şehir trafiğine girmek gözümüzü korkuttu -ki her zaman en pis kokumuzdur- böylece şehrin çeperinden geçerek yolumuza devam ettik. Açık konuşmak gerekirse yol boyu aklımda hep vazgeçtiğimiz güzergah vardı: “Yolları Çatallanan Bahçe”, hayatımızın argümanıdır.

Lyon

Lyon’a girmedik ama deli gibi açtık. Belli ki otoyol üzerinde bir yere oturup belamızı bulacaktık, öyle de oldu. Geniş bir alan içinde tuhaf bir AVM. İçinde pastahane ve ayaküstü atıştırmak için düzenlenmiş restoran vardı ama  biz geldiğimizde öğle yemeği servisini yapıp siesta’ya çekilmişlerdi. Arkada bir gölet ve sazlık, masalarda rüzgarla hafifçe kımıldayan boş şarap şişeleri ve plastik bardaklar vardı. Kendimizden nefret ederek, otomattan sandviç, tatlı çörek, maden suyu aldık. Sandviçin yüzde 80’ini ördekler ve balıklar yedi. 

Akşam 19.00’da ucuza bulduğumuza sevindiğimiz Avignon’daki otelimize vardık. Otel dediğime bakmayın, burası daha çok bir öğrenci yurdu ve bazı odaları turistlere kiraya veriyorlar. Resepsiyonda yaşayan ölüleri andıran bir kız vardı. Türk olduğumuzu öğrenince yüzünde gülümseme diyebileceğimiz bir ifade belirdi. Bosnalıymış. On yıl önce gelmiş. Birkaç Türkçe kelime ve arkasından Türk dizileri hikayesi, deja vu! Ona Köstence’deki kızı anlatmaya başlayacaktım ki, sırada giriş yapmak için bekleyenleri anımsadım. Oysa kızın acelesi varmış gibi görünmüyordu. Asansörü beklerken yan gözle onu izliyordum, robot gibi aynı sözcükleri, aynı donuk yüz ifadesiyle ve aynı tonlamayla yineliyordu. Bunun bir Avignon etkisi olabileceği o zaman aklıma gelmemişti. Işık alan vasat oda, bu fiyata daha iyisini beklemek saçma olurdu zaten. Duş alıp çıktık. 

Dakka bir yanlış yöne yürüdük, sonra dönüp sur içinden eski kente girmeyi başardık. Terk edilmiş gibiydi. Pazar akşamı Tahtakale’nin arka sokaklarına düşmek gibi. Neden sonra bir meydana vardığımızda, orası bütünüyle turistlerin işgali altındaydı. Daha işlek gözüken iki restoranda yer yoktu. Daha doğrusu ikincisinde bizi, Tarlabaşı Hasır’ın küflü, böcekli zemin kat odalarını andıran bir yere oturtmaya çalıştılar. Bir tür mağara ve epey havasız. Kaçtık.

Şehri de tanımıyoruz. Böylece daha önce geçtiğimiz meydancığa dönüp, içinde ilaç için tek insanın olmadığı Çınaraltı lokantasının yegane kurbanları olmaya soyunduk. Onlar da ikiletmediler. Yenmeyecek kadar kötü bir hamburgeri hayatımda ilk kez gördüm. Soğuk bir makarna, neyse ki iyi beyaz şarap! Sanırım buralarda her şey şarap üzerine kurulu. Restorandan çıkarken de zaten size yemeği değil, şarabı nasıl bulduğunuzu soruyorlar. 

Otele dönüş yolunda, bütün hayal kırıklığımızı, yazmaya çalıştığımız bir senaryoyla telafi etmeye çalışıyorduk. Bu daracık, kimsenin olmadığı, karanlık sokaklarda, “Avignon’da Çürüyenler” adlı bir film çekseydik eğer… Başrolün Bosnalı kıza ait olacağında hem fikirdik ve onu giderek daha iyi anladığımız konusunda bir yanılgıya kapılmaya hevesliydik.

Bazen uyumak zaman alıyor. Zihnimde, otele dönerken konuşmaya başladığımız senaryonun altyapısını oluşturmaya çalışıyordum. Yola çıkmadan bir süre önce Rene Girard’ın “Günah Keçisi” kitabını okumuştum ve orada yabancı ile ilgili bir bölüm vardı. Taşra kentine bir yabancı gelir. İyi niyetlidir ama farkına varmadan, oradakilerin adetlerinden farklı davranışlarda bulunur. Sen misin öyle yapan! Kentin yerlileri muazzam bir riyakarlıkla onu, gecenin sonunda öldürecekleri şölene davet ederler. Ortada tanımlanmış bir suç yoktur, sadece gelenek vardır. O yüzden olsa gerek, katlettikleri yabancıyı, sonradan tanrısal bir güçle kutsarlar. 

Taşra, korkunçtur!