Sabah yeniden doğmuş gibi kalktık ve sıkı bir kahvaltıdan sonra sokağa fırladık. Köprünün üzerinde durup tren raylarına baktık bir süre. Bolonya güneyle kuzeyi, doğuyla batıyı birbirine bağlayan İtalya’nın tarihsel kavşak noktalarından, dolayısıyla çok gelişkin bir demiryolu sistemi var. Düzayak ve genç nüfuslu bir şehir olduğu için, bisiklet kullanan çok fazla. Köprünün altında bir bisiklet parkı vardı, neredeyse beş yüz bisiklet duruyordu.
Kentin anıtsal kapısından geçtik yine, bu kez biraz daha dikkatli elbette, böylece dün farkına bile varmadığımız kentin altından akan Reno nehrinin izlerine rastladık. Evler suya rahatça ulaşabilsinler diye, şehir zamanında nehrin üzerine kurulmuş. Daha sonra üzeri kapanmış büyük ölçüde, ama kimi noktalarda evlerin arasından çıkıveriyor Reno. Cadde boyunca yürümeye başladık bir kez daha, mağazaların çoğu kapalıydı henüz.
Geçmişini ele veren bir kent burası. Kimi sütunlardaki sıvalar, yerdeki olağanüstü taşlarda görülen kırıklar, duvarlara yazılmış sloganlar, arkadın altına atılmış masa ve sandalyeler, sokak lambaları, binaların renkleri, dışarıdan camlara asılan kumaş perdeler hepsi çok uzun bir geçmişten süzülüp gelmiş kültürün parçaları ve çok doğal bir biçimde sarıp sarmalıyorlar insanı. Şehrin genç ve kozmopolit nüfusu kadar, bu kendine has geçmişin de etkisiyle, kendinizi bir an için bile olsun yabancı hissetmiyorsunuz.
Eski kentin ara sokaklarında, kah dükkanlara girip çıkarak, kah fotoğraf çekerek sürüklendik öğleye kadar. Maggiore Meydanı’ndaki San Pietro Bazilikası’na baktık. Tamamlanması üç asır sürmüş etkileyici bir bina, yazık ki kapalıydı ve içini göremedik. Etkileyici binalardan bir diğeri Palazzio dei Notai (Noterler sarayı) onun yapım tarihi de 1381. Büyük meydana bağlı Nettuno Meydanı’nda ise 1567 yılında açılmış muazzam Neptün Çeşmesi var.
Sonra üniversite binalarının yoğunlaştığı sokaklara daldık. Çoğu iki katlı, Ortaçağ’dan kalma binalarda sürüyor eğitim. Bizim hiç bilmediğimiz bir devamlılık kültürü. Daha da güzeli üniversite nerede bitiyor kent nerede başlıyor belli değil. El ve eldiven gibi iç içeler. Bir ara sokakta bütünüyle kağıtlarla kaplı uzun bir duvar gördük. Dileyen buraya kağıt asabiliyor. Bu kiralık oda ilanı, bir şiir ya da bir sergi afişi olabiliyor. Kentin komünist geleneği çok güçlü. Bizim orada olduğumuz günlerde Kürtler Kobani’de, Işid’e karşı bir ölüm-kalım savaşı veriyorlardı ve Bolonya sokakları da o direnişi selamlayan eylemler, yazılar ve grafitilerle doluydu. Üniversite kantininin ve açık hava kahvesinin olduğu bahçenin girişindeki duvarda çok iyi kotarılmış bir Kobani ve yanında Nazım Hikmet’in dizeleri duruyordu. Şehrin daimi bir kıpırtısı var. Görmekten çok hissedilen bir şey bu.
Acıkınca ana caddeye döndük ve gündüzden gözümüze kestirdiğimiz self servis bir lokantanın kapısındaki renkli kuyruğa eklendik. Uzun benmari tezgahlarının üzerinde yok yoktu: Çorbalar, deniz ürünlü ya da bolonez soslu makarnalar, etli ya da tavuklu sulu yemekler, sebze yemekleri, güveçler, tatlılar… Yemek yerken bir yandan da internetten kentin müzelerini tarıyorduk. Sibel daha önce de çalışmıştı zaten. Modern Art Museum of Bologna’ya, (kısaltması o meşhur şarkıdaki gibi MAMbo) gitmeye karar verdik.
Çok doğru bir seçim olmuş. Meğer mart ayında kentte düzenlenen çeşitli etkinliklerle Pasolini anılıyormuş. İçeride müthiş bir Pasolini sergisi vardı. Geniş bir salon. Duvarın tavanla birleştiği üst bölümlerinde bütün Pasolini filmlerinden sahneler akıyordu: “Mamma Roma”, “Şahinler ve Kargalar”, “Medea”, “Teorema”. Duvar dibine yerleştirilen camekanlı vitrinlerde ise yaşadığına tanıklık eden belgeler yerleştirilmişti: Nüfusa kayıt defteri, resmi kimlikler, daktiloya çekilmiş ve üzerinde düzelti yapılmış şiirler, kitaplarının ilk baskıları, düzeltmelerle dolu senaryolar.
Duvarlarda, hiç de parlak olmayan tablolarından örnekler vardı. Salonun ortasında, filmlerinde kullanılan kostümler, bir öbek halinde sergileniyordu. Duvarların belli bölümlerinde çeşitli zamanlarda Pasolini ile yapılmış konuşmaların filmleri izlenebiliyordu: Çocukluğunda bir meydanda annesinin elini bırakıp kaybolduktan sonra yaşadığı anı. Faşizm ve demokrasi arasındaki fark üzerine, bir kumsalda yaptığı konuşma. Marilyn Monroe için yazdığı şiiri seslendirmesi. Yine duvarın belli bölümlerinde film setlerinde çekilmiş siyah-beyaz fotoğraflar yer alıyordu ve özellikle Medea’nın çekimleri sırasında Callas ile çektirdikleri olağanüstü etkileyiciydi. Ayrıca filmlerindeki ana yollar üzerine açıklamaların yer aldığı (anne, mitoloji vs.) metinler de sağa sola serpiştirilmişti. Salonun dibinde, perdeyle ayrılmış bir bölümde ise, bir sehpanın üzerine yerleştirilmiş televizyonda, haber bültenlerinde ölümünün duyuruluşunu izliyordunuz. O zaman da belliydi, bugün de şüphe yok ki, Pasolini’yi öldüren 17 yaşındaki eşcinsel partneri değil, devletin bizatihi kendisiydi. 1970’lerde İtalya’da neredeyse iktidarı ele almaya hazırlanan komünistlerin önünü kesmek için yapılan sayısız provakasyondan biriydi bu da. Sonrasında politikacıların, polislerin, iç işleri bakanının her zaman, her ülkede aynı riyakarlıkla dolu demeçleri.
Üç saat nasıl geçti anlamamışız. Çıkarken, bir kez daha girişteki o deftere baktım. Bu sadece doğduğunu değil, öldüğünü de bildiren bir defter. Bir hayatın noktalandığının şaşmaz belgesi. 2.11.1975’de öldü. Katip Bartleby’nin inci gibi yazısıyla. Gerçeklikten çok uzak bir kesinlik öte yandan. Bu öldü şerhi, hele sondaki o televizyon yayınını izledikten sonra hiç bir şey anlatmıyor bize. Öldürüldüğünde henüz 14 yaşındaymışım. Adını bile duymamıştım. Şimdi altmışıma geldim ve biliyorum ki hayatımı değiştiren birkaç insandan biridir.
MAMbo’nun barında oturup, boş sokağı seyrederek kahve ve grappa içtik, hazmetmek için.
Aynı yerde, en üst katta Bolonya’nın ünlü ressamı Giorgio Morandi’nin de (1890-1964) bir sergisi vardı. Tanımıyordum. İlk bakışta hep aynı natürmort’u yapıyormuş izlenimi veren biri. Birbirine benzer şişeler ve vazolarla dolu tablolar. Ancak daha dikkatli bakınca şekillerin önemsiz olduğunu, bütün resmin renk tonu geçişleri üzerine kurulduğunu fark ediyorsunuz. Sibel’in iyi bildiği bir ressamdı ve sergiyi zayıf buldu.
İnerken orta kattan tuhaf sesler geliyordu, böylece çıkarken fark etmediğimiz bir başka serginin içinde daha bulduk kendimizi. Sergi, Radio Alice üzerine kuruluydu. 1977 yılında Bolonya’da işçiler ve üniversite öğrencileri bir devrim girişimi başlatmışlar ve uzun süre kent onların kontrolünde kalmış. Ancak daha sonra merkezi hükümet ve ona bağlı askeri birlikler, tanklarla bastırmışlar isyanı. Bu dönemde üniversite öğrencilerinin kurduğu ve isyanın güncesini yayımlayan Radio Alice’yi kurmuşlar. Bir koridor fotoğraflarla doluydu ve fotoğrafların yanında kulaklıklar duruyordu. Kulaklığı taktığınızda, o fotoğrafın çekildiği günkü eski radyo yayınını dinlemeye başlıyordunuz: Heyecanlı sunucu, top atışı sesleri, mitralyöz taramaları ve sloganlarla, şarkılar. Bir iki odada dönemin ajitatif, politik resim örnekleri de sergileniyordu. Hiç bahsetmemek daha iyi.
MAMbo’dan çıktığımızda karanlık bastırıyordu. Şehrin daha nezih ve yeni yapılmış bir bölgesindeydik belli ki. Geniş sokaklar, şık apartmanlar, bahçeli evler… Ara sokaklardan üniversitenin olduğu bölüme doğru ilerlemeye çalıştık, ama bir anda eski kentin kapılarından birinden geçerek sur dışında bulduk kendimizi. Merkeze dönüp Il More restoranına oturduğumuzda, dünkü dinlenmenin bütün kazanımları gitmiş gibiydi. Neyse ki arkada bir taş fırının ateşi parıldıyordu ve başında bir pizzacı duruyordu. Bol bol taze şarap eşliğinde, tabii ki…