Yolculuk yazıları

11 Mart 2016

Gece odaya gidince boş durduğumuz sanılmasın. Sibel kentteki kültürel aktivitelere yoğunlaşıyor. Ben de biraz  Jack Daniels eşliğinde internet üzerinden şehrin sağını solunu kurcalıyorum. Bolonya kitaplığına baktım dün gece. 35 bin adet el yazması diyor. 10. yüzyıldan başlıyormuş. Ayrıca 850 bin kitap ve basılı malzemeden söz ediyor ve binlerce fotoğraftan. Özellikle Bolonya şehrine ait panoramalarıyla ünlüymüş. Hiç değilse fotoğrafların bir kısmını görebilir miyim, diye düşünmedim değil. Sınırlı zamanda biraz ham hayaldi.

Sabah mutat turumuza başladığımızda, 8 Ağustos Meydanı’nın orada kurulmuş büyük bir giysi pazarına tosladık. Meğer Bolonya’da her cuma ve cumartesi günü kurulurmuş bu pazar. Daha ilk tezgaha bakmaya başladığımız andan itibaren önümüzdeki birkaç saatin akıbeti belli olmuştu. Çok kaliteli mallar müthiş ucuz fiyatlara satılıyordu. Kazaklar, ceketler, paltolar, ipek eşarplar… Giyim kuşam anlamında aklınıza gelebilecek ne varsa… Bazen birlikte, bazen ayrı ayrı dolaştık. Büyük bir pazardı, bir bölümü arkadaki parka doğru yayılmıştı ve Bulgar bir kadın orada tanesi on avroya şahane kaşmir kazaklar satıyordu. En sonunda başladığımız noktada buluştuğumuzda ikimizin de eli kolu torbalarla doluydu. Arabayla seyahat etmenin avantajı. Öte yandan günlük turumuza bu halde devam edemiyeceğimiz için otele dönmemiz kaçınılmazdı.

Büyük meydan, büyük kilise

Öğleden sonra eski kentin içine girdiğimizde bu kez bilet alıp otobüsle gittik Büyük Meydan’a kadar. İlk gün görüp  ağzımızın suyunu akıtan şarküterilerden birine girdik, güzel salamlarlardan bir tabak yaptırıp ekmek ve kırmızı şarapla kendimizden geçtik. İkindi olmuştu bile. Daha aşağılara San Domenico bazilikasına doğru ilerledik. Gösterişli bir yapı. İçine de girdik. Bütün Katolik kiliseleri gibi ne kadar çok süs püs, akıl alır gibi değil. Bunun kökeninde kesinlikle pagan kültürü olmalı. Dominic Guzman’ın mezarı da dipteydi. Papalığın 1216’da resmen onayladığı Dominikanların kurucusu Guzman, iki yıl sonra 1218’de gelmiş Bologna’ya. İlk üniversite kentine gelmesi rastlantı değil, çünkü Dominikanlar entelektüel geleneği ile ünlüdür.  Daha sonra engizisyon ve ona bağlı işkence görevini de onlar üstlenmişlerdi. Bir kitapta okumuştum gelmeden, 15. yüzyılda bir papaz fala bakmak ve üfürükçülük suçlamasıyla hüküm giymiş ve şimdi önünde durduğumuz kilisenin bahçesine kurulan ağaçtan yapılma bir sahnenin üzerine çıkartılarak rezil edilmişti. Tabii bütün cezalar böyle değildi. Bolonya’da bir de neşeli keşişler vardı. 1261’de bu şehirde kurulan Santa Maria tarikatı keşişlerine böyle deniliyordu çünkü din adamı prototipine uymayan bir yaşam tarzları vardı, dünya nimetleri peşinde koşmalarıyla ünlüydüler. Ortaçağ ve Hıristiyan tarikatlarıyla ilgili daha fazlasını merak edenler, 1971’de Bolonya Üniversitesi’ne gelen ve çok uzun yıllar burada ders vererek kentin simge isimlerinden birine dönüşen Umberto Eco’nun kitaplarına müracat edebilirler. 

San Domenico bazilikası

Dolaşırken ara sokaklarda minicik bir antika pazarına denk geldik. Sonra akşam internette gördüğüm kent kütüphanesinin önünden geçtik. Cumaları öğlene kadar açıktı kapısında yazdığına göre ve yeniden pazartesi günü açılacaktı. Sonra, Sibel’in boya, kağıt, fırça, defter gibi ihtiyaçlarını toparlamak için Delle Belle Arti sokağındaki (Güzel Sanatlar Fakültesi’nin olduğu yer burası aynı zamanda) resim malzemeleri satan dükkanlara girip çıkmaya başladık. Bayağı bir sürecek gibiydi işi ve ben de fena halde sıkışmıştım. Onu dükkanda bırakarak sokağın sonuna kadar gidip, oradaki ufacık meydana bakan, önü boydan boya camekanla kaplı bardan içeri girdim. Saat altıya geliyordu. Köşede iki üniversiteli kız oturmuş, dünyaya sırtlarını dönmüş, kaynatıyorlardı. Daha girerken tuvaletin olduğu yeri gözüme kestirmiştim ama oraya giden yolun tam ortasında, orta yaşlı bir Afrikalı, elindeki Vileda sopasıyla, aynı noktayı dürtükleyip duruyordu. O engeli aşmadan önce bir sipariş vermenin doğru olacağına hükmettim. Barda 60’ların Parizyen filmlerindeki gibi, şişman, orta yaşlı bir adam vardı. Bir grappa söyledim ama aynı anda kızlardan biri de Cappucino istemişti. Barmen onun siparişini makineye koydu.  Sonra dönüp benim grappa’ya geçti. Patlamak üzereydim. Şişeyi bardağa boşalttığında almak için hamle ettim ama beni durdurdu ve yeni bir şişe grappa açmaya girişti. Bu da bir-iki dakika sürdü ve nihayet bardağın üzerinde boş kalan bölümü tamamladı. Rahatlıkla es geçilebilecek bir orandı. Hele dün MAMbo’da dünyanın parasına içtiğimiz grappa’yla kıyaslandığında. Her neyse bardağı camın önündeki bir tezgaha bırakıp, sonunda tuvalete ulaştım. 

Bir film seti gibi yavaş yavaş kararan meydanı seyrederek grappa’mı içerken yaşlanmaya başladığımı hissettim. Daha yolculuğun başında sayılırdık ve şimdiden dizim su koyvermişti. Şahane biralar ve kahveler içiyorduk gün boyu ve bu da prostatımı çoşturmuş durumdaydı. Sol yanım neredeyse Selanik’teki o meşum geceden  (yoksa vapurdaki gece miydi o?) beri sancıyordu. Arabaya binip inerken sol bacağımı elimle kavrayıp dışarı taşımıştım bir-iki kez. Kendime acımayı sürdürerek o şahane grappa’dan biri-iki tek daha atabilirdim. Sibel’in işi çabucak bitmezdi, biliyordum. Meydan şahane gözüküyordu. Barmen de öyle. Ama yerleri silen adam, takılmış aynı noktayı silmeyi sürdürüyordu. Baktım sinirim bozulacak. Çıktım. 

Elimizde resim malzemelerinin torbalarıyla caddeye döndüğümüzde, kaç gündür gezip tozduğumuz yer başkalaşım geçirmişti. Biz daha hiçbir şey görmemişiz. Cadde trafiğe kapanmıştı ve bütün restoranlar, pastaneler, bar-kafe’ler masalarını sokağa indirmişlerdi. Meğer Bolonya’da her akşam “aperitivo” saati varmış ve altı ile sekiz arasında, yüzün üzerinde mekan, hazırladığı envai çeşit atıştırmalık ve mini kanepelerle müşterilerini bekliyormuş. 5 avro veriyorsunuz, bir bardak şarap ya da bira alıyor ve tabağınıza dilediğiniz kadar aperatif doldurup, sokaktaki masalardan birine kuruluyorsunuz. İşten çıkanlar, dersten çıkanlar, sırf aperitif saati için evinden çıkıp gelenler. Kentin büyük çoğunluğu burada yiyip içiyor, gülüp eğleniyor. Farklı sınıflardan, farklı kültürlerden insanlar bir arada oturuyorlar. Ayrıca 5 avrosu olan herkes, akşam bir bardak şarap içip karnını doyurma imkanı buluyor. Geleneksel ve muazzam bir organizasyon. Biz bunu konuşurken, aşağıdan sloganlarla büyük bir grup geldi ve yiyip içenlerin alkışları arasında kızıl bayraklarını dalgalandırarak Kobani için yürüdüler. 

Ne kent ama!