Yolculuk yazıları

12 Eylül

Avignon’da üçüncü günü tamamen Arles’a ayırdık. Arabayla 45 dakikalık bir yolculuk. Önce sanayi bölgesinden geçtik, derken tarlalar ve yörenin belirgin özelliklerinden servi ağaçları kapladı peyzajı. Arles surlarının dışı tek katlı bahçeli evlerle dolu. 

İsmi Galce’de “bataklığın yanında” anlamındaki Arelate’nın Latinceleştirilmiş şeklinden geliyormuş. Bataklıkmış çünkü Rhóne nehri, Arles’ın hemen yukarısında iki kola ayrılarak Camargue deltasını oluşturuyormuş. Fenikeliler zamanında ticari limanmış. Yani antik Arles denize şimdikinden daha yakınmış ve Romalılar zamanında bir kanal aracılığıyla Akdeniz’e bağlıymış. Nehrin eski limanı alüvyonlarla doldurmadan önceki bir zamandan söz ediyoruz, ama zaten o Arles da bugün olduğu yerden çok daha güneyde kuruluymuş. Roma İmparatoru I. Konstantin’in gözde şehirlerindenmiş ve hala işleyen görkemli bir hamam yaptırmış. Fransız İhtilali’ne kadar Katolikliğin önemli merkezi ve bin yıldan fazla Yahudiliğin kavşak noktalarından olmuş.

Arabayı sur dışında, Roma kalıntılarının yanıbaşındaki otoparka bıraktık. Gaflet içinde, makineden iki saatlik park bileti aldık ve eski kente girdik. İki katlı, neredeyse bir örnek şahane evler. Hepsi bakımlı. Bol paralı bir yer olduğu belli. Evlerin içini bilemem ama dışı bizi yaktı geçti. Müthiş işçilikli demir kapılar, ahşap panjurlar, şahane renkler… Onca ressamın da tanıklık ettikleri gibi güneşle yıkanan bir ülke burası, ışık olağanüstü ve dar Orta Çağ sokaklarında gölgelerle oynaşması insanı büyülüyor. Hanidir arena olarak da kullanılan Roma amfi tiyatrosuna çıkan daracık yokuş her türlü zevke hitap edecek bir dükkanlar manzumesi.

Yol boyu 8 Ekim’de düzenlenecek boğa güreşinin afişleri asılıydı. Burada Provence tarzı kansız boğa güreşi yapılıyormuş. Amfi tiyatronunu çevresinde dolandık, Halep’teki kale çevresinin daha sıkışık, küçük bir modeli gibiydi. Ara sokaklardan ilerleyerek devam ettik ve kendimizi 4. yüzyıldan kalma Arles Obelisk’inin de yer aldığı Place de la Republice’de bulduk. Çeşmesi ve kilisesiyle tipik bir İtalyan Orta Çağ meydanı. Kimi yaşlılar da o zamanlardan kalmış gibi görünüyorlardı. Bir bankta oturup uzun uzun bu geçmiş zaman tablosunu izledik.

Tamam turisti bol ama yerliler de oracıkta. Avignon’dan sonra burası bayağı yaşayan bir yer. Geceyi orada geçirmek isterdim. Oysa araba için aldığımız iki saatlik biletin bile süresi dolmak üzereydi. Tiyatro çevresine döndük, Sibel çardaklı restoranın önündeki masaya kuruldu, ben bir koşu gidip iki saatlik otopark bileti daha aldım. Döndüğümde soğuk beyaz şarap gelmişti. Omlet ve salata için de çok beklememiz gerekmedi. Bir salata dağıydı bu, neredeyse masanın yarısından çoğunu kaplayan ahşap bir kase içinde tepeleme yeşillik, üstünde tartar, domuz pastırması, kızarmış küçük pirzola parçaları, katı yumurta, zeytin, çilek… Biraz tırtıkladıktan sonra masanın ucuna, sineklere doğru ittik ve şarap üzerinde çalışmaya başladık. 

Dönüşte otelde dinledik. Yemek yiyecek halimiz yoktu. Dokuzdan sonra yürüyüşe çıktık. Papalık meydanına kadar gittik. Saat ona geliyordu ve ortalık hala ana baba günüydü. Sarayı ziyaret için kuyrukta bekleyen bir dolu ihtiyar vardı. Bu tur şirketlerinin hiç utanması yok. Birer bira içip döndük. 

Can aradı Paris’ten, bir aksilik olmazsa yarın gelecek.