Yolculuk yazıları

15 Eylül

Yağmurlu bir güne uyandık. Soğuktu da. Kahvaltı etmek için kısa bir tur attık. Makineden ılık  kahve çıkar mı, çıkıyor işte. Hamur işleri her zamanki gibi müthişti. Otele dönüp toparlandık. Tek bavul ve bir iki çanta da olsa ve gün geçtikçe bu konuda daha profesyonelleşilse de toparlandık lafıyla ifade edildiği kadar basit olmuyor tabii. Tuvalet faslı var, makyaj var, banyo malzemelerinin toparlanması var, diş fırçalanması var. Gideceğin yolun haritasını işaretleyip telefona indirilmesini beklemek var. Mazallah bir şey unutmuş olabilir miyiz diye dönüp dönüp odayı kolaçan etmek var. Çıkan çöpleri toplamak, yatağı üstünkörü de olsa düzeltmek, havluları ortadan kaldırmak… Bütün bunların arasında tuhaf boşluk anları da var. Hiçbir şey yapmadan durup, diğerinin yapacaklarını bitirmesini beklediğin anlar. 

İşte, Marsilya’daki Sirkeci otelinde böyle bir boşlukta asılı kalmışken, camı açmış bir gün önce de dikkatimi çeken avludaki binaların, arka cephelerini seyrediyordum. Bulutlar her zaman tavlayıcı, her ne kadar bakımsız olsalar da binaların ön cepheleri de öyle. Bazen yakınlaşmak yetmiyor, diğer yandan dolaşıp arka cepheden görmeniz gerekiyor. Orası genellikle daha okunaklı. Burada da öyle oldu, sonradan bir takım havalandırma boruları eklenmiş, tuhaf renklere boyanmış, sonra kırılıp dökülmüşler ve tamir edilmemişler. Tepeden yağmur suyu insin diye ince bir plastik boru eklemişler, damın oluk ucunu büküp o borudan akıtmışlar suyu. Sonra evlerden yeni giderler çıkartıp ona tutuşturmuşlar. Karşı damı bozup pencereli bir cihannüma eklemiş bir aklı evvel, belki de ışığa ihtiyaç duyan bir artisttir. Bir diğeri daha alçaktaki damın üzerine yeşil şıngıl serdirmiş. Akıtıyordu herhalde. Neden sonra, karşıda, en üst kattaki teras gibi balkonda çamaşır asan bir kadın gördüm. Balkonun köşesine kırmızı bir yastık koymuştu. Belli ki işi bittiği zaman, şimdi benim yapmakta olduğum gibi o avluyu izleyecekti ve benim durumumdan farklı olarak camdan cama, balkondan balkona bir muhabbet dönecekti. Bunları Fransa Bisiklet Turu’nda göremez insan. Sonra vakit doldu, camla birlikte Marsilya defterini de kapattım. Elimizde birer bavul, hafiften atıştırmaya başlayan yağmurun altında, garın merdivenlerini tırmandık. Arabaya binip şehirden çıktık. 

Cannes’dan geçerken, bunca yıldır aşina olduğumuz bir isim, şuracığına kadar gelmişiz bir girip bakalım, diye düşündük. Hata yaptığımızı daha şehre inerken iki yanı kaplıyan ve bitmeyen oto galerilerin varlığından anlamalıydık. Zaten birkaç yüz metre sonra trafik kilitlendi. Geçerken uzaktan görkemli bir mezarlık gördük ve ilk fırsatta U dönüşü yaparak arkamıza bakmadan kaçtık. Nice sapağını gördüğümüzde, dersini almış insanlar gibi yolumuza devam ettik. Yol da giderek tuhaflaşmaya başlamıştı bu arada. Tünel sayısı çığ gibi arttı. Dağı taşı ev doldurmuşlar; şehre yakın kısımlarda beş altı katlı katlı apartmanlar var, tepelerde ise iki katlı bahçeli evler. Avrupa’nın jet sosyetesi en az elli yıldır buralarda fink atıyor. Fransa’nın Akdeniz sahili çok dar ve bir o kadar kıymetli. Marsilya geniş limanı dolayısıyla buraları kurtarmak için seçilmiş bir kurban gibi. Kimse her şeyi birden kazanamaz. 

Avignon’dan İtalya çıkışına kadar yaklaşık 40 avro otoban parası verdik. Bir o kadar da Paris-Avignon arası almışlardı. İtalya’ya geçerken yolda yine gişeler vardı. Yanlış bir gişeye girmişim ve hiç niyetimiz yokken kendimizi Monaco’da bulduk. Daracık, virajlı bir caddeden kıvrıla kıvrıla inmeye başladık. F1’i bile sıkıcı hale getirmiş bir yoldan söz ediyoruz. Açık denizde büyük yolcu gemileri ve lüks yelkenliler görülüyordu. Hafiften yağmur başladı bir kez daha. Acıkmış ve daha da fenası fena halde sıkışmıştık. Pahalı olacağını tahmin etmek güç değildi ama yine de sahilde bir şeyler atıştırmak iyi gelecekti, çünkü yaklaşık üç saattir yoldaydık. O sırada arkamızda müthiş bir spor araba belirdi, kenara çekip geçmesine izin verdik. Ama sonra bizim kadar gönlü bol olmayan bir ticarinin arkasına takılıp kaldı. Bu arada biz de şehirle tanışma şansı bulmaya başlamıştık. Daracık bir yolun etrafına dizilmiş çok katlı apartmanlar. Bir an olsun duraklamanın imkan ve ihtimali yok. Siz durursanız hayat duruyor. Daha fecisi arabayla sahile varmak mümkün değil. Arabayı bir yere bırakmak da öyle. En azından biz başaramadık. 15 dakika kadar bu minvalde dön baba dön dolaştıktan sonra, giderek klostrofobim hortlamaya başladığında bir çıkmaz sokak işareti gördüm ve oraya girip manevrayla arabanın yönünü geldiğimiz istikamete çevirip bu kabustan kurtulma şansı buldum. 

İtalya’da ilk durak Sanremo’ydu. Çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin kilit taşlarından biri daha.  Sanremo Müzik Festivali. Hala bitpazarlarında dolaşırken LP’lerine rastlıyorum. Almıyorum tabii.  Sibel için de benzer bişey söz konusuymuş. Bizim için isim olarak çok şey ifade etmiş ama mekanla ilgili hiç izdüşümü olmayan bir yere gelmişiz. Açlık da bastırmış. Girdik. 

Cannes ve St. Tropez’deki trafikten eser yoktu, binalar güzel ve yerli yerinde, şahane bir deniz kıyısı, rahatça park imkanı ve ilk gördüğümüz restoranda, şarap içip yemek yiyen, geniş italyan ailelerinin doldurduğu masalar. 

İtalyan otoyoluna dönene kadar 1,5 saatlik rehabilitasyon, sonra yeniden kaskatı kesildim. Alpleri geçiyoruz. İki şeritli, adım başı tünelli ve bol TIR’lı daracık bir yol. Viyadüklerin yüksekliği bazen 500 metreyi buluyor, viraj desen sürüsüne bereket. Silecekler ön camda biriken çamuru temizlemeye zar zor yetişiyor ve o kadar hızlı kullanıyorlar ki insanın iflahı kesiliyor.

İki saat önce 170’le giderken gıkı çıkmayan Sibel, kadran 120’yi gösterirken ayaklarıyla fren yapmaya başladı. Aslında ben de o haldeyim. Çünkü nadiren yaptığım bir şey, direksiyonu iki elimle sımsıkı kavramış olarak yakalıyorum kendimi. Bir yandan da daha yavaş gitmenin imkanı yok, 120 kilometre zaten sağ şeridin en vasat sürati. Daha aşağısı kamyonlar tarafından sıkıştırılmak demek ki, tehlike katlanarak artıyor o zaman. Kaldı ki Cenova’da tuttuğumuz ev sahibesine en geç 17.00’de orada oluruz diye söz vermişliğimiz de var. 

Neredeyse saat 17.00’de bitimsiz gözüken ve şehre girdikten sonra da devam eden tünellerden geçerek Cenova’ya vardık.  Bütün gökyüzünü kurşun bir alaşımla kaplamışlardı ve istisnasız kentteki tüm binalar aynı form ve renkteymiş izlenimi veriyordu. Evin olduğu yokuşa vardık. Devasa göbekli bir meydandan dağılan altı sokaktan biri. GSM , o metalik sesiyle aradığımız yere ulaştığımızı bildirdi. Ama bu halde apartmanı bulmamız mümkün değil. Park edecek bir yer de yok. Sibel indi. Ben aksak ritim, boş bir yer bakınarak yokuş yukarı tırmanmaya başladım. Sonunda yere sarı işaretler konmuş, belli ki bir şirkete ait bir yere daldım. Arabayı kitleyip yokuş aşağı inmeye başlamıştım ki, bir kadın yolumu kesti. “Ben Emmanuelle!” dedi. Evet, filmdeki gibi. Bir şakaysa bu, diye düşündüğümü hatırlıyorum, bu kadar olabilir. Meğer evi bulamayacağımızı tahmin ettiği için bizi yolda bekliyormuş ve plakadan tahmin etmiş. 

Aşağı inip Sibel’i aldım, tekrar tırmanıp Emmanuelle ile buluştuk. Biraz daha yürüyüp önü inşaat alanı bir koridordan geçip, iki yanı amazon ormanlarını andıran bitki örtüsünün içinden daha yukarıya, kayalığın üzerine kurulmuş binalara doğru yükselen merdivenlerden tırmanmaya başladık, elimizde bavullarla. Arada dinlenme sahanlıkları vardı. Üçüncü merdivenin sonunda, apartman girişini gördük ve oraya ulaşmamız için biraz daha tırmanmamız gerekti. Apartmanın içinde bile asansöre ulaşıncaya kadar en az on basamak daha çıkmışızdır. Nefes nefese, endişeli gözlerle birbirimize bakıyorduk. Asansörle altıncı kata çıktık. Kapı açıldı ve kendimizi hemen yanıbaşımızdaki kilisenin çan kulesiyle aynı hizada bulduk. Bir Meryem Ana heykeli de vardı. Gerisi çatılardan ibaretti. Aydınlık bir daire, haliyle. Tırmanırken söyleseler inanmazdım ama şimdi odanın içinde dururken değdi mi, diye soruyordum kendime ve şaşırtıcı biçimde yanıtım evet oluyordu. Tabii o sırada daha yatağa yatmamıştım. Bunu da itiraf etmem lazım. 

Emmanuelle ile birlikte aşağıya indim, vedalaştık, ben onun direktifleri doğrultusunda bir adanın etrafında tur atarak boş park yeri aramaya başladım. İkinci kez aynı turu atmıştım ki bunun dünyanın en manasız işi olduğuna kanaat getirip, dönüp durduğum adayı terk etmeye karar verdim. En kötüsü ne olabilirdi ki? Semti terk ettim, tek yönlü bir sokakta ilerledim, ama ilaç için tek arabalık yer yoktu. Derken yol mecburen sola kıvrıldı. Orada korkunç bir cuma akşamı trafiğinin içinde buldum kendimi. Araba kullanmaktan öyle yorgundum ki, İtalyanların bile şaşkın bakışları arasında geri geri manevra yaparak o kuyruktan çıkıp, geldiğim tek yönlü caddeye daldım ve kaldırıma çıkıp bir iki arabaya yol verdikten sonra, lanetler okuyarak kaçtığım adanın etrafındaki turuma geri döndüm. Mutluydum ve bu ödüllendirilen bir şey olmalı. Ne kadar sürerse sürsün o adanın etrafında turlamayı göze almışken, birden tek arabalık bir park yeri, serap gibi önümde belirdi. Girdim tabii. Bunun üzerine yeni bir süreç başladı. Evet ama bunun park parası nasıl ödenecek? Bilet alanan otomat nuh nebiden kalmaydı. Karşıda arabasının içinde birini ya da bir şeyi bekleyen genç, çok genç bir çocuğa el ettim. Arabadan çıkıp yardıma geldi. Anladığım kadarıyla kredi kartı icat olmadan önce yapılmıştı otomat. Kağıt para da tanımıyordu varsa yoksa bozukluklar. Tabii ki yoktu ama ne ceza gelirse razıydım, Arabadaki kalan eşyaları yüklenerek yokuş yukarı vurdum. Asansörü bekleten adam beni aldı, elide boş benzin bidonları vardı. Kalbimin sağlam olduğundan emindim ya da böyle bir teselliye sığınmaktan başka bir şey gelmiyordu artık aklıma. 

Uzunca dinlenip üstümü değiştirdikten sonra araba için ne yapabileceğime bakmak ve Emmanuelle’in söylediği Carrefour’u bulmak için tekrar yola koyuldum. Alt geçitlere ine çıka, geniş meydanın etrafındaki neredeyse bütün sokakları dolaştım. Şahane şarküteriler, lokantalar, pastaneler gördüm ama Carrefour’u bulamadım. Bu arada yağmur iyice bastırmıştı ama onu hissetmiyordum bile. Ellerim bomboş eve dönerken, ilahi bir aydınlanmayla marketin tiyatro binasının yanında olduğunu hatırladım. Arabayla dönüp dururken görmüştüm orayı. Bir otoparkın içinden geçilerek girilen dünyanın en gösterişsiz, en gizli marketiydi. Biraz sonra silme yüklü iki torbayla çıkıp yeniden yokuşa vurdum. Dolap beygiri benim yanımda… 

Belli ki çıkışı olmayan bir gece.