Sabah üşüyerek uyandım ve kalkıp perdeyi açtım ki, her yerde kar var. Üstelik lapa lapa yağmaya da devam ediyordu. Beyaz bahçeye, ağaçlara ve çan kulesine bakarak oturduk bir süre. Kahve içip bir şeyler atıştırdık. O sırada telefon çaldı ve Gregor’un numarası geldi.
Kriko’yla (Çıralı’daki adı buydu) 1997 kışında tanıştık. O sıra kız arkadaşı olan Diana ile gelip gelmişlerdi. Daha önce Çıralı’dan bir yörük kızıyla evlenip 7-8 yıl orada yaşamış. Neredeyse bütün gün “ot”layıp bira içerek yaşardı. Bazen elinde bir tas acı biberle rakı içmeye otururdu. Teorisine göre acı yedikçe terliyor böylece rakının yıkıcı etkisinden kurtuluyordu. Ben o gecelerin sonunun iyi bittiğini görmedim pek.
Sonraları genellikle sezon öncesi ve sezon sonrası gelmeye başladı. Her zaman parasızdı doğal olarak. Münih’te bisiklet tamir ettiğini, köpek gezdirdiğini falan anlatırdı. İkindi vakti, ben bahçede çalışırken damlar ve bir bira açıp laflamaya başlardı. Sonra bakar ben çalışıyorum, ortadan kaybolur, gecenin bir vakti elinde gitar tekrar belirirdi. Son hippilerdendi. Karıncaezmez, diye tabir edilen insanlardan. 17’sinde Katmandu’ya gitmiş, oradan bir yelkenliyle Avrupa’ya dönen bir gruba katılmış. Ayağı kangren olmuş o yolculukta, Münih’e döndüğünde neredeyse kesiyorlarmış, öyle anlatırdı. Almanca-İngilizce-Türkçe’yi harmanladığımız bir ortak dilde konuşurduk. Ortak bir kafada, doğal olarak. Dışardan takılanlar pek bir şey anlamazlardı. Cep telefonu kullanmazdı ve bir gün Münih’e yolum düşerse mutlaka önceden arayıp, telesekreterine mesaj bırakmamı söylerdi.
Numarayı çevirirken, Münih’te iki günümüz daha var, kim bilir belki de denk düşer ve görüşebiliriz, diye düşünüyordum ki telefon açıldı ve karşımda Kriko’yu buldum. Kaldığımız yer kent merkezine metro ile yirmi dakika mesafedeydi, kabaca bölgenin adını söyledim ve bir ara görüşebilir miyiz, diye sordum. Hangi sokakta olduğumuzu, sordu. Biliyorum, tuhaftır, ama bu kadarı da fazla diye düşünüyordum. Neyse, otelin kartını bulup adresi söyledim. “Bekleyin, beş dakikaya oradayım,” dedi. Şaka yapıyor diye düşündük. Oysa beş dakika bile geçmemişti ki, motorlu bir bisikletle otelin önünde bitiverdi. Meğer kanser olan kız arkadaşına bakıyormuş ve onun evi topu topu beş yüz metre ilerdeymiş.
Kar yağıyor, Kriko’yu bulmuşuz. Kaçınılmaz biçimde ekmek zamanıydı. Sibel markete bira almaya gitti. Bira ve armut şnapsı ile, karlı Münih sabahına düzgün bir giriş yaptık. Akşam buluşmak üzere sözleştik sonra. Şehir merkezine vardığımızda saat bir buçuğu bulmuştu ve Zürih’tekinden de keskin bir soğuk vardı. Bazı günler böyledir, planlar işe yaramaz. Pazartesi olduğu için müzeler kapalı. Ortalık dolaşılacak gibi değil. Birkaç büyük alışveriş merkezine girdik çıktık. Neues Rathaus binasını gördük. Devasa bir yapı. 1908’de tamamlanmış, 1944’te yıkılmış. Kentin simge yapılarından biri desen, bence o da değil. En azından tarihi tutmuyor. Güzel desen, değil. Yine de yeniden yapmayı tercih etmişler. Onlar için bir anlamı olmalı. Bir yerde oturup kahve içip bir şeyler atıştırdık. Ama sabah keyifli başlayan günün tadı kaçmaya başlamıştı. Metroya binip geri döndük.
Saat yedide Kriko’yla buluşmak üzere tam köşedeki kneipe’ye gittik bu kez. İçerisi hınca hınç doluydu. Zaten girişte, hemen soldaki köşedeki uzun bölümü 12-13 kişilik bir kadın grubu kapatmıştı. Tek boş yer onların dibinde ve gölgesindeki küçük masaydı, biz de oraya sığıştık. Gürültüde konuşmaya alışmamız biraz zaman aldı. Biralarımızı beklerken, Kriko bardak altlığının Almancasını hatırlamaya çalışıyordu ama takılmıştı bir kez. Garson kız yetişti imdadına: Bierdekel! Yani bira üstlüğü. Eskiden içine sinek düşmesini filan engellemek için kullanıyorlarmış, herhalde diye akıl yürüttü. Belki de birisi gelip birana tükürmesin, diye dedik biz de gülerek.
Bayağı eğleniyorduk. İkinci biralarla birlikte mevzu ciddileşmeye başladı. Kriko, siyasal meselelere daldı. Önce göçmenlerden şikayet etmeye başladı. Sonra lafı Bilderberg toplantılarına getirdi. Oradan dünyayı yöneten Yahudilere doğru yatay geçiş yaptı. Gelmeden önce okuduğum bir haberi hatırlıyordum. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Almanya’da en üsttekilerle en alttakiler arasındaki gelir farkı en üst seviyeye varmıştı.
Bir yandan Kriko’nun, komplo teorileriyle iyice bulanıklaşmış hikayesine müdahil olmaya çalışırken, bir yandan da 1930’ların Bavyera’sında da her şey böyle başlamıştı, diye düşünüyordum. Geert Mak “20. Yüzyıl Boyunca Seyahatler” kitabını yazarken Münih’e gelmiş ve 30’ların Münchener Post gazetelerini taramıştı. Buna göre 1931’den sonra Nazilerin iktidara geldiklerinde neler yapacakları, daha o tarihte açıkça ifşa edilmişti. Yahudilerle ilgili fikirleri, muhaliflerden kurtulmak için düşündükleri çareler… Savaştan sonra insanlar biz bunları bilmiyorduk, hiçbir şeyin farkında değildik deseler de, aslında her şey göstere göstere gemişti. Mak, Adolf Hitler’in doğuşunu muştulayan Bürgerbraukeller merkezinin, savaştan sonra dinamitlerle yıkılıp, yerine otopark yapıldığını anlatıyordu. Dün gördüğümüz o kusursuz üzüm bağlarını düşünüyordum Kriko’yu dinlerken ve Jean Amery’nin tesbitini anımsıyordum: Hiç kimse bu işlerin, neden başka bir yerde değil de Almanya’da olduğunu sorgulamayacak.
Kriko daha epey kafamızı ütüledi. Sonra ayrılmaya yakın cüzdanını açtı ve içinden üç ayrı paket çıkardı. Hepsi de farklı farklı acı biber tohumlarıydı. Kapının önünde sarıldık, öpüştük, ayrıldık.