Bugün, deyim yerindeyse şehrin çatısında dolaştık. Fütüristik çizgi filmlerdeki gibi kat kat inşa edilmiş tuhaf bir şehir Cenova. Dağlarla deniz arasına sıkışmış. Şehrin çeşitli katmanlarında uzun karanlık tüneller var ve onların bazılarının üzerinde de mahalleler, parklar yer alıyor. Şu anda durduğumuz yerden bakınca örneğin, aşağılara doğru şehrin üç katmanını net biçimde görebiliyoruz. Belki daha fazlası da var. Parklar ve saray bahçeleri kentin yeşillik alanları ama sokaklarda çok az ağaç var, Marsilya’da da böyleydi.
Şehir irili ufaklı palazzio’larla (saray) dolu. Belli ki bir dönem para sular seller gibi akmış. Tarihçiler bu bölgedeki dört önemli kent devletinden sözeder: Venedik, Floransa, Cenova ve Venedik. 16. Yüzyılın sonlarına doğru hakimiyet Venedik’ten Cenova’ya geçmiş ve neredeyse bir yüz yıl boyunca sürmüş. O zaman Cenova’daki bankacılar bütün dünyayı kontrolleri altında tutuyorlarmış. Diğer binalar da çok gösterişli, tipik Akdeniz mimarisi, ahşap panjurlar, her dem kullanılmaya hazır ince uzun balkonlar.
Epey dolanıp, fotoğraf çektikten sonra bir şeyler yemek için merkeze doğru inmeye başladık. Bu bazen dairesel turlar atarak, bazen kestirme merdivenler aracılığıyla gerçekleşiyor. Sadece binalar değil, yollara döşenen taşlar ve şehir merdivenleri de birer sanat eseri. Böyle böyle sur içi kentin giriş kapılarından birine vardık. Yüksekte, esintili ufak bir terasçık ve bütünüyle bir restorana ait. Masalardan birine çöktük. Restoranın ana giriş kapısının yanında, elinde gitarı berbat bir Elvis Presley heykeli vardı.
Tavuk, salata ve bira sipariş ettik. Beklerken heykelden yola çıkıp “Memphis Belle”e kadar vardık. Yakınlarda “Kahve ve Sigara”yı bir kez daha izlemiştim. Steve Buscemi’nin oynadığı bölümü anlatıyordum Sibel’e. Buscemi, zenci bir gençle masada oturmuş sürekli konuşmaktadır. Belli ki tam bir Elvis manyağıdır. Zenci genç ise cevap olarak Elvis’in hödüklüklerini sayıp döker sürekli. Sonunda Buscemi dayanamaz ve “Onları yapan Elvis değil onun ikizi, sahte Elvis, yani kötü olan der.”
Arjantin’de, II. Dünya Savaşı sırasında 250 bin nüfusa sahip bir japon gettosu varmış. Savaşın bitip Güneş İmparatoru’nun yenildiğine ancak beş yıl sonra, 1950’de ikna olmuşlar. Kim bilir belki Jarmusch’un, “Memphis Belle”de Elvis’in peşine Japonları düşürmesinin nedeni de buydu. Biralarımızı yudumlayıp bu minvalde laflıyorduk ki aşağıdan yaklaşık 40 kişilik bir turist kafilesi, bulunduğumuz terasa doğru tırmanışa geçti. Oflar puflar arasında dinlenirlerken, en az yarısı Elvis heykeliyle fotoğraf çektirdiler. Orada kaldımız zaman zarfında, aynı sahnenin tekrarlandığını en az elli kez görmüşüzdür. İnsan düşünmeden edemiyor, bütün bu saçma fotoğraflar ne olacak sonunda? Çekiliyor, yükleniyor, istifleniyor, hard disklerde, bulutlarda birikiyor. Bir depo satışında alamayacağınız şeyler sonuçta. Negatif değil, dia değil. Çocuklarınız, diğer eski nefret nesnesi eşyalarla birlikte kapının önüne koyamaz. Bir siber çöp yığını olarak dünyayla dönüp duracaklar mı? Düşünsenize Cenova’daki “Elvis heykeli ve ben” fotoğrafından, sadece ondan kaç milyon kare var belli ki?
Kalkınca limana indik, pazar günü ölümü gerçekleşmiş. Tekrar yukarı vurduk, akşam yemeği için erkendi. Meydana bakan şahane pastanenin önündeki masalardan birine oturduk. Bu kadar lezzetli bir turta yediğimi hatırlamıyorum. Sonrasında ben eve çıktım. Sibel tırmanmayı reddetti. Bir saat sonra aradığımda, yakınlardaki bir parktaydı. Ortadaki büfeden bira ve atıştırmalıkları alıp dilediğin yere yayılıyorsun. Bir sürü çocuklu aile; top oynayanlar, kağıt oynayıp tartışanlar. Tipik İtalyan şamatası.
Kalkınca, birden Garibaldi Meydanı’nı görme hevesi depreşti bende. Önce parktan geçmeyi denedik ama kapanmak üzereydi. Meydanın bir özelliği yoktu oturmuş bira içerken, pembe meşaleler yakıp, sol marşlar söyleyen Cenova taraftarları, kırmızılı-lacivertli dev bayraklarıyla yeri göğü inleterek, gelip geçtiler.
Bu kez otobüse kaçak bindik, çünkü bütün biletçiler kapalıydı. Zaten o da yanlış otobüs çıktı. Gözümüze kestirdiğimiz mahalle pizzacısında ise yer yoktu maalesef.