Yolculuk yazıları

18 Eylül

Yine otoban, dağlar, tüneller, gişeler ve yağmur. Neyse ki yolumuz uzun değildi, öğle saatinde Verona’nın 25 kilometre dışındaki otelimize vardık. Ancak resepsiyondaki görevli  odanın hazır olmadığını ve ikiden önce giremeyeceğimizi söyledi. Önce şaka yapıyor sandım, kırın ortasında 90 odalı bir otel, ama sonra anlaşılır geldi. Verona tarihsel olarak hep birçok yolun birleşme noktasında yer almış bir kent. Bu otel şehirdekilere göre yarı fiyat, kahvaltı dahil ve otopark bedava. Bir tür kervansarayda konaklıyoruz aslında. 

Görevlinin söylediğine göre on dakika sonra şehre hareket edecek bir belediye otobüsü vardı. Yarım saat sonra Verona otobüs terminalinde indik. Ağaçlıklı geniş bir bulvardan ilerleyerek eski kente giren görkemli kapıdan geçtik. Meydanın sağ tarafı bütünüyle Roma arenasına aitti, sol taraf ise ona bakan restoranlar, kafeler ve turistlerle doluydu. Ortada da İŞİD’in olası bir saldırısına karşı ellerinde otomatik tüfekler ve çelik yeleklerle gezinen askerler vardı. Derhal ara sokaklara daldık. Sanki kaçarak kurtulmak mümkünmüş gibi. Şık mağazalar, lokantalar, sağ yap sol yap derken, kendimizi bir kez daha o cehennemi meydanda bulduk. 

Neyse ki hemen oracıktaki ara sokakta, ağırlıklı olarak İtalyanların oturduğu bir lokanta vardı. Yağdı yağacak bir havada sokaktaki son boş masaya oturup balık, ahtapot ve beyaz şarap sipariş ettik. Yemek hiç fena değildi ama yağmur şiddetini giderek arttırıyordu öyle ki sonunda kadehlerimizi alıp içeri sığındık ve son yudumlarımızı içerken garsonların telaşla yeni bir düzen oluşturmaya çalışmalarını izledik. 

Adige nehri üzerine kurulu bir kent burası. Her şehrin tarihinde olduğu gibi zorbaları, sanatseverleri, kardeş katilleri, salgın hastalıkları olmuş. Evet, burası da iyi korunmuş bir Orta Çağ kenti ve UNESCO şemsiyesi altında. Çoğunluk nemli subtropikal bir iklimi var, onun için yağmur sürpriz değil. Okuduklarımdan öğrendiğim kadarıyla Rönesansın ilk büyük kadın hümanisti olarak kayda geçen, “Adem ve Havva’nın Eşit ve Eşit Olmayan Günahı Üzerine Diyalog” kitabının yazarı Isolta Nogarola (1418-1466) Veronalıymış. Ama hem kadın, hem yazar, hem de bekar olunca, ensestten, rastgele cinsel ilişki kurmaya kadar malum iftiralarla boğuşmak zorunda kalmış. Hakkında tezvirat yapan anonim biri “Güzel konuşan hiçbir kadın iffetli olamaz” buyurmuş. 

Shakespeare’in balkonuyla meşhur ünlü oyunlarından “Romeo ve Jülyet” de bu kentte geçer ama yazarın yaşadığı sürece buraya gelip gelmediği belirsizdir. Belki de o tarihte, neredeyse İtalya’daki bütün şehirlerde görülen siyasal bölünmüşlükten esinlenerek bu coğrafyayı seçmişti. “Yağmurda dolaşmak mı, otele dönmek mi?” O anda bizim Hamlet’çil sorumuz buydu. Sonunda arenanın karşısındaki gazete bayiinden iki otobüs bileti ve bir sarı şemsiye aldık. 

Nehrin oradaki eski köprüye doğru giden ara sokaklara vurduk kendimizi, buralar sessiz nispeten, artan yağmurun da etkisi var şüphesiz. Ama sonuçta avuç içi kadar bir yerden söz ediyoruz. Dönüp dolaşıp kendinizi yine o meydanda bulmanız kaçınılmaz. On dakika kala otobüs durağında yerimizi almıştık ama gelmedi. Böylece Akdeniz iklimine adım attığımız iyice tescillendi. Gara gidin dedi, büfedeki adam. Bir taksiye binip otobüsü yakaladık. 

Islak giysilerimizi değiştirdik, dinlendik, otelin barının da olduğu alt katta, beş benzemez nüfusun arasına karıştık. Bira içip, fıstık yedik, sonra rica üzerine birer küçük sandviç de yaptılar. Öte yandan akşam dışarıda olmamak, hafif şeyler atıştırmak iyi geldi. Yarın Trieste ve Venedik civarından geçeceğiz. Venedik zor görünüyor ama Trieste’de kalabiliriz. 

Uyumadan önce kulaklıkları takıp, çok uzun yıllar önce izlediğim ve doğrusu pek de anımsamadığım “Bonjour Trieste” filmine baktım İpad’den. Masumiyetin kayboluşu hikayesi, deniyordu tanıtımında. Masumiyet o yaşa kalır mı, pek emin olamadım. Daha çok ölümle karşılaşma, kendi edimlerinin ölümcül olabileceğini fark etme hikayesi. Romana bakmak gerekir herhalde. Jean Seberg vardı tabii, başlı başına bir sayfa. Devlet eliyle yok edilenler listesindeki birinden söz ediyoruz.