Yoğun bir baş ağrısı eşliğinde evi ve eşyalarımızı toparlamakla geçti sabah. Dışarıda güzel bir yağmur vardı. Hedefimiz Almanya’nın Tuna kıyısındaki Passau kasabasının biraz üzerinde yer alan Bühlberg Köyü. Baştan beri bir Alman köyünde konaklayalım istiyorduk. Burası güzergaha uygun. Yol beş saat gösteriyor ama hiçbir yol kağıt üzerinde göründüğü gibi değildir. Avusturya sınırına yaklaşırken trafik durdu. Bir ara sapaktan kaçıp yakındaki lokantada gulaş çorbası içerek soluklandık. Çorba bizi epey toparladı ama trafikte pek bir değişiklik olmadı, yeniden kuyruğa döndük. Cumartesi gezginleri var ve hala Türkiye’den Almanya ve Avusturya’ya dönen gurbetçi yoğunluğu söz konusu. Viyana’nın on kilometre yakınından geçerken, keşke rezervasyon yapmasaydık burada kalırdık diye hayıflandık. Üç-dört şeritli otoyollar bile bu araba bolluğunu taşımaya yetmiyorsa, gerçekten yolun sonuna gelinmiş demektir. Linz üzerinden gidip Avusturya-Almanya sınırını geçtik ve ikindi vakti Passau’ya ulaştık.
Almanların ünlü Nibelunglar Destanı’nda önemli yer tutan Orta Çağın gözde piskoposluk merkezi. Bu ufacık şehir için devasa boyutlarda olan katedral hemen göze çarpıyor zaten. Tepedeki Oberhaus -piskoposluk kalesi- zamanında toplarıyla burjuvaları ve belediye sarayını kontrol altında tutuyormuş ve piskoposun gücü Avusturya’ya hatta Macaristan’a kadar uzanıyormuş. Üç nehrin birleştiği bir noktada kurulmuş Passau. Tuna, en az onun kadar görkemli Inn ve onların yanında cılız kalan ama siyah sularıyla derhal ayırt edilen İlz. Sular üzerinde yüzen barok bir şehir hayal edin, o zaman eskiden buraya neden Bavyera’nın Venedik’i dendiğini anlarsınız.
Zweite Heimat’da (İkinci Vatan) hamburger yiyip, bira içtik. Burası biranın kutsal toprakları. Hegemonya konusunda papalık ve bira tarih boyunca yarışmışlar sanki. Rüya gibi bir Orta Çağ kenti. Çizgi romanda yaratılmış bir kentin içinde dolaşmak gibi. Anlatması zor. Kendimize gelmek için Tuna kıyısına indik. Burada büyük ve lüks gezi tekneleri var. Haftalık, on günlük turlar düzenliyorlar. Alt katlar, giderken nehri ve çevresini seyretmeniz için özel locaları ve koltukları olan kamaralarla donatılmış. Orta katta restoran var, en üst kat ise teras-bar. Bir kısmı demir almaya hazırlanıyorlardı ve görebildiğim kadarıyla içlerinde sadece çok yaşlı çiftler vardı. Sanki şöyle bir reklam sloganları var: Paran var ama halin yoksa, gel sana bir Tuna turu attıralım, son bir kez dünyanın seyrine bak. Birinde yaşlı bir adam oturuyordu. Arkadaki açık kamara kapısından, içerde eşyaları yerleştiren karaltı bir görünüp bir yitiyordu. Kim söylemişti unuttum ama laf zihnimde epey derine işlemiş, onu hatırladım: “Yaşlılık müstehcendir!”
Yirmi dakikada Bühlberg köyüne ulaştık. Hafiften yağmur çiseliyordu. Tam Bavyera işi, dışı kagir içi ahşaptan yapılma, hangar gibi bir konaklama mekanı. Alt kat bar ve lokanta, üst katta odalar var. Oda eski ama ferahtı. Balkondan her bir noktası oya gibi işlenmiş Alman bahçesine ve bütün ufku kuşatan ağaçlara ve çiçeklere bakarken Musil’i hatırladım “Ey güzel orman, kim yetiştirdi böyle kusursuz seni.”
O sırada geçkin bir motorcular “çetesi” büyük gürültüler çıkartarak arka avluya doluştu. Otelden bir görevli çıktı ve karşıda belli ki eskiden ahır olarak kullanılan binanın kapısını açtı. Atlardan motorsiklete, “Wild Bunch”da William Holden’in atının terkisinde dönüp geriye baktığı o son bakıştan “Easy Rider”a doğru, hızlıca savruldum.
Tok olduğumuz için önce gün batımında, ahmak ıslatanın altında köy turu attık. Sonra dönüp alt katta bira, elma ve üzüm snaps’larımızla donattığımız geniş tahta masanın üzerine defterler, kitaplar, tabletler, haritalar filan yayıp, gürültüye aldırmaksızın çalıştık. Sibel önümüzdeki etaplara baktı, o ana kadar çektiği fotoğrafları düzenledi, ben de yazıp duruyorum işte. Pek de elekten geçirmeden, doğru dürüst sınıflandırmadan yapıyorum çoğunluk bunu, ama başka türlüsü mümkün değil. Neredeyse her gün bir bazen birkaç yerden geçiyoruz, kimi hikayeler, anekdotlar birikiyor ve bunları bir an evvel deftere geçirmezsem gördüklerimiz, yaşadıklarımız hızla birbirine karışmaya başlıyor. O nerede olmuştu acaba? Bütün bunlarda her gün 300-400 kilometre yol yapmanın ve araba kullanmanın etkisi var tabii ama unutuşun hızı da korkunç.
Salon haftasonunu geçirmek için gelen Alman gruplarla doluydu ve bir müddet sonra gürültüleri dayanılmaz boyutlara ulaştı. Hıristiyan Sosyal Birliği’nin (CSU) en güçlü olduğu yerler buralar. Ünlü sağcı politikacı Franz Joseph Strauss da buraların çocuğuydu. Münih’te Nazi döneminde yapılan o devasa meydanları ve oradaki gürbüz heykelleri andıran, şen kahkahalar eşliğinde litrelerce bira içen, dünyaya kayıtsız bu adamlar ve kadınlar, ne yalan söylemeli beni hala korkutuyorlar.