Yolculuk yazıları

2 Mart 2016

Selanik’e son gelişimizin üzerinden yedi yıl geçmiş. Öncesinde kaç kez gelip hallaç pamuğu gibi atmıştık kenti, dolayısıyla son derece iyi bildiğimiz bir yerdeyiz. Öte yandan yedi yıl az zaman değil. Hele Selanik gibi gelişme eğiliminde olan bir kentte. Arada neler olup bitti merak ediyor insan ama bunu saptayabilmek için bir başına ara sokaklara dalıp çıkmak gerek. Bugün o gün değil. 

Güneşli bir güne uyandık. Tam şehre tepeden bakılacak sabah. Kaleye doğru yola koyulduk. Katman katman yükselen bir kule gibi burada şehir; eski ve yeni binaların, güzel ve çirkin sokakların oluşturduğu bir labirentin içinden geçerek tırmanıyoruz. Tırmandıkça hala yoksul evler ağırlıkta ama belli ki değişecek bu denklem, çünkü hem manzara müthiş hem de şehir merkezinin dibi. Kaleiçi ise şimdiden kaybedilmiş bir savaş. Yolları, çimenlikleri, marketleriyle devasa bir siteye dönüşmüş güzelim mekan. Çabucak kaçtık. 

İnişte, Atatürk’ün evinin karşısındaki  tarihi kahve Piringipos’ta oturduk. Metaxa ve kahve içip soluklandık. Değişen şeyler kadar değişmeyen şeyleri de arıyor insanın gözü. Piringipos olmazsa olmazlardan biri. Selanik’i kılıçla ortadan ikiye bölen Egnatia caddesinin üst kısımında antikacıların, sahafların ve plakçıların sayısında müthiş bir artış olmuş. Bu dünyanın geldiği noktayla ilgili olabilir, çünkü görebildiğim kadarıyla, bütün büyük şehirlerde efemera ve eski eşyaya merak artıyor. 

Rotondo’nun restorasyonu neredeyse bitmiş. Halen zemininde ufak tefek çalışmalar var ama içi gezilebiliyor. M.S. 4. yüzyılda  Roma İmparatoru Galerius’un yaptırdığı, tuğladan ve dairesel yapı baş döndücü güzellikte. Dışarıdan, şehirle birlikte görünüşü zaten öyleydi, içi de muazzammış. Bizans İmparatoru I. Konstantin zamanında kiliseye çevrilmiş. 1590’da, Osmanlılar döneminde bir minare eklenerek Sultan Hortaç Camii olmuş. Hepsi hikaye! İçine girince daha iyi anladım, çatıdan gren ışıkları ve boşluğuyla insanı öyle bir kuşatıyor ki. Kapıdan girince tam karşınıza gelen nişin önünde bir dikdörtgen masa, üzerinde örtü, üstünde mumlarıyla iki şamdan.  Onun hemen arkasında, çarmıha gerilmiş İsa heykeli havada asılı duruyor. İnsan içeride tek başına kalsa, hiç farkında olmadan uzun zaman geçirebilir burada.

Şehirde serseri mayın gibi gezip dururken zihnim çetele tutmayı sürdürüyor. Biralar çeşitlenmiş, daha çok Yunan birası girmiş ortama. Yeni mekanlar pıtrak gibi çoğalmış. Rotondo’nun bitişiğinde mesela, gençlerin takıldığı bir sürü kafeden oluşan bir küçük meydancık doğmuş. 

Beyaz Kule’nin karşısındaki eski göz ağrımız, Dore’ye gittik. İçerideki şahane bara göz atıp dışarıda oturduk, baharlar şimdiden patlamış, bir öğlen rakısı için ideal zaman. Garson geldi ve Türkçe konuşmaya başladı. Sosis istedik biraz. “Domuz var içinde” dedi. “Olsun”, dedik. Uyarmaktan çok, ürkütmeye çalışır gibi bir hali vardı. Girit rakısı vardı listede, İsmail’le onda karar kıldık. Sibel ile Eray bira istediler. 

Cafe Dore

Garson siparişleri getirdiğinde, Makedon boğma rakısı Babacim geldi aklıma. Selanik’e ilk gelişimizde çok aramış, en sonunda kenar bir mahallede satıldığı dükkanı bulmuş, ama siesta nedeniyle dükkan kapalı olduğu için alamamıştık. Garsona onu sordum ama ben daha Makedon der demez, adamın suratı düştü. “Yok öyle bir şey” dedi. Ben ısrar ettiğimde ise “Sen başka anlıyorsun, ben başka anlıyorum” diyerek kapattı konuyu. 

Birden aydım. O sırada Makedonya ile papaz olmuşlardı yine ve belli ki garsonumuz bir Yunan milliyetçisiydi. Bu arada İsmail tamamen başka bir dünyada kaybolmuştu. Ağzına kadar dolu bir bardak Girit rakısına bakıyor, sonra menüden fiyatını hesaplıyor, dönüp bir daha bardağa ve elindeki fiyat listesine bakıyor, onu İstanbul’da içtiği düşük kalite rakının fiyatıyla ve boyutuyla kıyaslıyor ve TC kimliğinin ağır bedelini idrak ederek, gözümüzün önünde eriyordu. Neden sonra “Ben hep burada yaşamak istiyorum” dedi. 

Zythos

Akşam Ladadika’da Dore’nin ikizi Zythos’a gittik ve aynı garsonu yine karşımızda bulduk. Vardiya usulü bir orada bir burada çalışıyorlarmış ve meğer bizim garsonun bambaşka bir hikayesi varmış. Çok iyi karşıladı bizi, hatta çarşamba akşamı ortalık boş olduğundan içerde sigara içerek oturabileceğimizi söyledi. Derken sohbet ilerleyince isminin Emir (Kusturica gibi, diye ekledi) olduğunu öğrendik. Yugoslav iç savaşı sırasında 16 yaşındayken Bosna Hersek’ten, hiçbir evrakı olmadan kaçıp gelmiş. Altı dil konuştuğunu söylüyor gülerek. Gündelik hayatta, arkadaşlardan öğrenilmiş bir Türkçesi var. “Bırak ya! Bırak ya!” diyor mesela, katılmadığı bir şey olduğunda. 

Bir göçmen hikayesi. Tıpkı gündüz Egnatia’nın üst tarafındaki parklarda yarı sarhoş ve tamamen umutsuz biçimde oturan, uyuyan, figan eden, dilenen Afrika’dan, Afganistan’dan, Suriye’den savrulmuş göçmenlerin hikayeleri gibi. Tek fark onunkinin üzerinden artık 25 yıl geçmiş olması. 

Bir ara “Keşke o zaman Türkiye’ye gelseydim,” dedi. Futbolcu olmak istiyormuş, savaş onu garsonluğa savurmuş. Bu çok tanıdık bir hikayedir. Ama işte futbol hayatı çoktan bitmiş olacaktı ve şimdi yine garsonluk yapıyor olabilirdi. Çünkü bu arzuya sahip insanların çoğu hayatlarını ikinci sınıf takımlarda, günübirlik yaşayacak kadar para kazanarak geçirirler. 

Ama gündüzki Makedon hikayesinden sonra bir de bunlarla canını sıkmak istemedim artık. Şahane bir mekanda oturup bol bol yiyip içerek günü kapattık. Sabahki kale gezisi ve Rotondo’yu dışarıda tutarsak, bütün gün yeme içmeyle geçti zaten.