Yolculuk yazıları

20 Eylül

Zadar buradan dört saat uzakta. Otoban var ama biz kıyı şeridini görmeye geldik, dolayısıyla E-65 karayolunu kullanıyoruz. Zorlu bir güzergah. İnişi, çıkışı ve büklümü bol. Sağ taraf deniz ve üzerinde çölümsü adalardan başka bir şey yok. Şaşırtıcı ama epey bir trafik de var. Karavancılar ve motorcuların gözde güzergahlarındanmış. Her yerde kamping tabelaları görülüyor. Şöyle bir eski bir deyiş varmış burada: Ülkeyi tanrı yarattı ama yolları şeytan yaptı. Yer yer çok güzel köylerden geçiyoruz. İstisnasız bütün evlerin kapısında “apartment” tabelaları asılı. İnsan bu kayalık yerde ne yapabilir ki. Rüzgar korkunç, Sibel bir ara fotoğraf çekmek için durduğumuz bir tepede arabadan inmeye çalıştı ama kapıyı açmayı başaramadı. Bir de bisikletliler var, gerçek emekçiler. 

1955 tarihli “The Dalmatian Coast” kitabında Anthony Rhodes bölgenin hikayesini şöyle anlatıyor: “Tarih boyunca Sırp-Hırvatların, İtalyanların ve Almanların üzerinde hak iddia ettikleri bir coğrafya. Milattan sonraki ilk altı yüzyıl Roma, karanlık çağlarda Slav, Orta Çağ’da İtalyan ve 19. yüzyıldan sonra bir kez daha Slav. Latinler Slavları yok sayıyor, Almanlarsa buraları cennete çevirenlerin kendilerini olduğunu iddia ediyor. Slavlar her ne kadar yönetimde söz sahibi olmasalar da buranın otantik halkının daima kendileri olduğu iddiasında. Tuhaf bir harman!”

Açıkçası ben daha çok Uskoklarla ilgiliydim. Bu kadar vahşi bir coğrafyanın, kabaca 1520 ile1620 tarihleri arasında, neredeyse bir asır korsanlara ev sahipliği yapmasına şaşırmamalı. Çocukken okuduğum Robert Louis Stevenson’un “Define Adası” kitabından beri kendilerine sempati beslerim. Bu duygum, haklarında daha çok şey öğrendikçe pekişti. Bahsi geçen yüzyıllarda Osmanlı, Venedik ve Habsburg devletleri bu topraklarda karşı karşıya gelmişlerdi ve üç devletin de tam olarak hakim olamadıkları bu sınır bölgesi Uskokların kontrolüne geçmişti. Başkentleri içerlek Senj şehriydi. Nüfus ağırlıklı olarak, Osmanlı’nın Balkanları fethetmesi sırasında topraklarını terk etmek zorunda kalan Hrıstiyanlardan oluşuyordu. Baş düşman da Osmanlı’ydı ama sınırda ve kanunlardan uzakta yaşamak her zaman başka esneklikler gerektirir. Uskoklar daha çok Habsburg ve Venediklilerle yan yana dursalar da, zaman içinde Osmanlılarla bir araya geldikleri de görülüyor. “16. Yüzyılda Adriyatik’te Korsanlık ve Eşkiyalık” adlı eşsiz çalışmasında Catherine Wendy Bracewell şöyle bir sahne aktarır: “Zadar’ın o zamanki Venedikli valisi (Ban deniyormuş bunlara) Uskokları, bir Osmanlı kenti olan Glamoc’a saldırmadıkları ve Müslümanlarla dostluk kurdukları için eleştirir ve karşılığında Senj kentindeki Uskok şefinden tokat gibi bir yanıt gelir. 

“Soylu Bey, Zadar’ın genç Ban’ı, / Sizin için soğuk şarabı içmek kolaydır / beyaz Zadar’ın kapısında / koyu gölgede keyifle oturup… / Ama sınırı savunmak zordur, / kanla ıslanmış elleri silmek… 

Sussanız daha iyi olur, Ban, / sessiz kalın ve fazla konuşmayın, / çünkü burada inatçı çocuklar vardır / babası ve annesi olmayan / tüfek ve kılıç onların babası ve annesidir…”

“Uskoklar her türlü vahşeti yapıyorlardı ama onursuz denemezdi onlar için,” diye yazar Bracewell ve ekler: “İçlerinde ihanet edecek bir tek kişi bile bulamazdınız.” 

Zadar’a vardığımızda saat 16.00’yı bulmuştu, sersemlemiş haldeydik. Ben, eski bir korsan gibi bir kadeh romla toparlanmayı denedim. Pek başarılı olduğum söylenemez. Böyece Zadar’daki konaklamamızı bir gün daha uzatmaya karar verdik ki kaldığımız evin takvimi de müsaitti. Tamamen Airbnb için düzenlenmiş küçük bir daire. Görünüşte her şey yerli yerinde ama detaylara girildiğinde zarf ile mazrufun uyumsuzluğu anlaşılıyor. Zamanımızın bir hikayesi gibi. Buranın neyi meşhurdur sorusuna herkesin verdiği tek cevap var: Günbatımı!

Taş bir köprüden geçerek giriliyor eski kente. Devasa kuleleri olan surlarla çevrili bir kasaba. Her yer Roma kalıntılarıyla dolu: Merkezdeki antik forum, Augustus dönemine ait büstler, frizler, anıtsal kemerler, mermer heykeller. Çan kuleli meydanlar, Bizans kiliseleri, sarnıçlar. İkinci Dünya Savaşı’na kadar 600 yıl İtalyanlar hüküm sürmüş. Dar bir kıstakla ana karaya bağlanan bir burnun üzerinde duruyor. 1204’te Konstantinopol’ü yağmalayan Haçlı ordusu, ilk provayı burada gerçekleştirmiş. 

Başıboş bulutlar, ara ara şuraya buraya tükürmeye devam ediyorlar, ama şanslıyız çünkü evvelki iki gün ortalığı resmen sel götürmüş. Gün batımı seyretme terası fotoğraf çeken insanlarla kaplıydı. Günbatımı fotoğrafı Elvis’i fena halde döver. Herkes kendi beldesinde o eşsiz anı görüntülemekle meşgul. Ufuk karanlık bulutlar tarafından kuşatılmış durumdaydı, alttaki deniz tekinsizdi, küçük bir kıyamet tablosu. 

Ev sahibinin tavsiye ettiği balık lokantasını bulamadık. Ama kocaman bahçesi yiyip içen insanlarla dolu bir yerde oturduk. Beyaz şarap güzeldi. Balık çorbası da. Ben kalamar istedim az yiyeyim diye ama gelen porsiyon bizdekilerin dört katıydı. İnsan bu kadar kalamarı nasıl yiyebilir ki? Elbette kedilerle. Sibel tavuk istemişti yanında garnitürle beraber üç iri göğüs parçası geldi. Bal soslu ve lezzetliydi ama kedilerin damak tadına hitap etmiyordu.