Yolculuk yazıları

21 Eylül

Sabah ev sahibi uğradı, hemen yandaki evde oturuyor zaten. Akşamki porsiyonların abartısından bahsettim laf arasında. “Az olmasındansa çok olması iyidir, istemezsen yemezsin” dedi. Değişik bir dünyaları var. Altı yüzyıl İtalyan yönetiminde yaşamışlar ama hamur işi yapmayı bilmiyorlar. Pastaneden aldığınız şey ancak deve hamuru olarak nitelenebilir. Bilmiyorlar demek de doğru olmaz, belli ki hamurun öylesinden hoşlanıyorlar. Kahvelerle berberler yan yana hatta çoğu zaman aynı dükkanı paylaşıyorlar, gelenek kesintisiz sürüyor. Berberlerin çoğu kadın, erkek berberlerinin de.

Erkenden sur içi kenti dolaştık. Doğal plato. Her gün kurulan güzel bir pazarı var. Tahta tezgahlar üzerinden mandalina, taze badem, adaçayı balı ve kaşar peyniri aldık.

Biraz çamaşır yıkayıp yüzmek için yirmi kilometre ötedeki antik şehir Nin’e gittik. Hava 22 dereceydi ama Kraliçe Plajı’na vardığımızda bayağı sert bir ikindi rüzgarı başladı. Hırvatlar alışıktılar belli ki, ben güneşlendim, Sibel mayoyla bile oturamadı. Deniz git git diz boyunu geçmiyor. Bir saat kadar sonra toparlanıp antik kenti gezmeye gittik. Olağanüstü sakin bir köy. Kilise, arkeoloji müzesi ve Roma kalıntıları. 300 metrelik tarihi yol karşılıklı dükkanlarla dolu: Pizzacı, hediyelik eşyacılar, inci ve mercan üzerine ihtisas yapmış mücevherciler, Türk dondurmacı. Buraların baş yiyeceği ızgara köfte. Köfteye cevapi diyorlar, ekmeğe de somun. Yolun sonuna kadar gidip döndük ve girişteki lokantada Hırvat birası içip Tuna carpacio, hamsi kopsiya ve pizza yedik. Hepsi iyiydi. 

Aparta dönünce dinlendik ve gün batımını yakalamak için tekrar eski kentin yolunu tuttuk. Geç kaldığımız baştan belliydi, söylene söylene yürümeye devam ettik. Hiç halimiz kalmamış oysa. Marina’nın orada bir bankta dinlendik biraz. Sonra en uçtaki gün batımı terasına doğru ilerledik. İyi ki de gitmişiz. Gerçi biz oraya vardığımızda kalabalıklar günü batırmış, dönüyorlardı. Biz ısrarla seyir terasına, daha doğrusu oradan gelen ve herhalde bir aborjinin çalgısından çıkıyor olabilecek sese doğru yürüdük. Görünürde boruya üfleyen kimse yoktu ama ses giderek artan biçimde bütün nağmesiyle oradaydı. Neden sonra bunun dalgaların iniltileri olduğunu kavradık. Kıyıya yakın yürüme yolunda yuvarlak delikler vardı sıra sıra, bunlar dalgakıranın altına borularla bağlanmıştı ve dalgalar kıyıya vurdukça, Adriyatik denizinin eşsiz şarkısı kulaklarımızda yankılanıyordu. Bir ses mühendisliği harikası. 

Kaldığımız yerden burası gidiş dönüş dört kilometre. Köprünün oraya vardığımızda hasta olmuş gibiydik. Bir taksiyle varabildik eve. Sadece yürüyüş değil, bir soğuyup bir ısınan hava, plajdaki sert rüzgar, 29 günün yol, yeme içme yorgunluğu, hepsi birden bu Zadar akşamında üzerimize çullandı. Peynir yiyip çek birası içecektik güya. Ben Arte’de sonsuzmuş izlenimi uyandıran bir Vietnam belgeseline sardırdım. Sibel on gibi yattı.