Yolculuk yazıları

23 Mart 2016

Gece dört tişört değiştirdim. Aslında yatak değiştiremediğim için oran bu kadar yükseldi. Sabah kalktığımda kolumu kaldıracak halim yoktu. Bu çok tuhaf bir histir, hastalık gelip sizi bitap düşürdüğünde, bir daha sanki hiç o eski enerjinize sahip olamayacağınıza inanırsınız. Başkalarının kolayca yaptığı şeylere gıptayla bakmaya başlarsınız. Daha dün aynı şeyleri yapabildiğinizi hatırlamadığınız gibi, yarın iyileştiğinizde yine yapacak olmanız da bir o kadar uzak görünür. Hastalık, ateşli hastalık, bu haliyle dünü ve yarını sıfırlayan sonsuz bir şimdiki zaman olarak belirir hasta yatağında. Hastalığın verdiği nikbinlik içinde sadece o an vardır. 

Ayın 23’ü olmuştu, 26’sında evi boşaltmamız gerekiyordu ama bu şartlar altında pek gerçekçi görünmüyordu. Sibel ev sahibiyle konuştu telefonda, neyse ki bizden sonra gelecek kimse yokmuş. Böylece kalışımızı beş gün daha uzatıp ayın 31’ine erteledik. 

Son üç gündür Walter Benjamin’in iki kitabı ile yatıyorum. Moskova Günlüğü’nü okurken, 1924-1930 yılları arasında peşinde koşturup durduğu Rigalı komünist tiyatrocu Asja Lacis ile hikayesine takıldım. Tıpkı kitabın girişine yazdığı önsözde Orhan Koçak’ın ve sonda “Patolojik Kararsız” yazısında, kitabın çevirmeni Cemal Ener’in takıldığı gibi. Neredeyse bütünüyle Walter Benjamin’in ısrarıyla süren (aslında sürmeyen) altı yıla yayılmış bir hikayeden söz ediyoruz. Bir aşk belli ki Benjamin’in ki, onda anlaşılmayacak bir yan yok. Daha çok, Asja tarafından sürekli terslenmesine, itilip kakılmasına karşın, Benjamin’in yine de onun peşinde dolaşmaya devam etmesine bir anlam veremiyorlar sanki. Belki çözümü, dün akşam “Berlin Çocukluğu” kitabındaki “Ateş” denemesinde okuduğum pasajdır: “Hatta bu, hastanın yatağında sırtını yastıklara dayaması gibi, bekleme süresine yaslanıp gelmekte olana doğru bakma ihtiyacı, daha sonraları kadınların, ne kadar sabırla ve uzun süre beklemem gerektiyse, gözüme o kadar güzel görünmelerine yol açmıştır.”

Asja Lacis – Walter Benjamin

Rüdesheimer Platz’dan şehir merkezine gittiğimiz metro hattında Spichernstrasse durağı var. Arada aktarma yapmak için kullanıyoruz. Meğer Asja, 1925’de orada bir pansiyonda kalıyormuş ve Brecht ile Benjamin’i orada tanıştırmış. Asja, Brecht’in bu karşılaşmaya pek de hevesli olmadığını yazıyor. Niye acaba? Bir küçük burjuva olarak mı görüyordu Benjamin’i? 

Ben bunlarla oyalanırken, Sibel kapıdan girdi ve bana bir doktor bulduğunu haber verdi. Geceki halimi görünce, hastaneye gidelim, demişti. Sabah köşedeki eczaneye danışmış. Ben evden çıktığının bile farkında değildim. Çünkü bir sayfa okuyorsam, 15 dakika dalıp gidiyordum. İyi ki burada hasta oldum diye düşünüyordum, geniş camlardan içeri dolan yeşillikleri ve bulutları izlerken. Bir otel odasında çok daha yıpratıcı olabilirdi. 

Giyindim, apartmandan çıktık, yandaki apartmanın kapısından girdik, bir kat çıktık, doktor oradaydı. 15 dakika bekledik. Bayağı işlek bir muayenehane. Ben de ilk birkaç günlük izlenimimle, bu yan binaya ne kadar çok ve değişik insan girip çıkıyor, diye sormuştum kendi kendime. 

Neyse, telaşlanacak bir durum yokmuş. Öyle bizde adet olageldiği gibi bir sürü tetkik filan da istemedi adam. Çocukluğumun doktorları gibi, sandalyeye oturtup boğazıma baktı:  Aaaaaa! Sonra aynı pozisyonda otururken sırtıma vurdu birkaç kez, ayağa kaldırıp göğsümü dinledi. Gripte işe yarayan bir ilaç verdi.  “Cumartesiye kadar sürerse, o zaman bu antibiyotiği alırsınız” diyerek bir de reçete yazdı. Üç günlük bir antibiyotikmiş. Yeni sürüm olmalı. Daha önce duymamıştım. 

40’lı yaşlarında, çoğu doktor gibi neşeli bir adamdı. Doktorlar insanlarla uğraştıkları ve gerçekten meşakkatli ve insanı depresif yapabilecek bir iş ortamında bulundukları için, genellikle neşeli ve o saçma ciddiyetten uzak dururlar.  Bu Alman doktorları için de geçerliymiş neyse ki. Gerçi hepi topu iki tanesini gördüm. Bana kalırsa doktorun iyisini bu hayatı sarakaya alan tavrından da anlayabilirsiniz. 

Yeni ilacımı alıp kanepeye uzandım. Belki ilacın sersemletici etkisiyle Benjamin’in metinlerini anlamadan okuduğumun ayırdına vardım bir süre sonra. Tam bir hasta şımarıklığıyla onu bırakıp Canetti’nin “Marakeş’te Sesler”ine el attım. Toz toprağın içindeki bir meydanda pazar yeri, develer, dilenciler… Okurken okurken “Sheltering Sky”da (Esirgeyen Gökyüzü) ölümden önce uzandığı taşın üzerinde darbuka ve zurna seslerini dinleyen John Malkovich geldi aklıma ve Canetti de olsan kaçılınamayan oryantalizm oracıktaydı elbette. Ama nasıl güzel anlatıyordu öte yandan, bütün sesler, kokular, hepsi oradaydı.