Yolculuk yazıları

24 Ağustos 2017

Tunalı Hilmi

Sabah 8.00’de Ayvalık’tan hareket ettik. Çok bildik bir güzergahtan (Çanakkale, Kilitbahir, Gelibolu) Keşan’a kadar geldik ve daha az bildik bir yoldan, günebakan tarlalarının arasından Kırkareli’ne doğru ilerledik. Eski adı Kırk Kilise imiş. Cumhuriyet döneminde sağ cenahın önde gelen isimlerinden Tunalı Hilmi, Meclis’te söz alıp “Nedir bu Kırk Kilise,” diye sormuş ve sorusunu kendi yanıtlayarak devam etmiş: “Halk zaten Kırklarili diyor. Burada Osmanlı’nın fethi sırasında 40 yiğit şehit olmuş ve bunların yatırları 40’lar dergahı olarak bilinir.” 

Böyle ayak üstü bir tarih uydurularak ismi Kırklareli olarak değiştirilmiş. 1892’de yayımlanan bir salnameye göre 120.000 dönümde üzüm bağları varmış ve yılda yedi milyon şişenin üzerinde şarap üretiliyormuş. Balkan göç yolu üzerinde olduğu için her zaman kozmopolit bir nüfusa sahip olmuş.  

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı,” diye yazmıştı Akif.  Burası 1934 Trakya Yahudi pogromunun en sert yaşandığı yerdi aynı zamanda. 3 Temmuz 1934’te, o zamana kadar daima Edirne’de yapılan Kırkpınar güreşleri bir kereliğine Kırklareli’ne alınmış, gelen kalabalık güreşler bittikten sonra da dağılmamış ve hava karardıktan sonra Yahudi evlerine saldırı başlatılmıştı. 

Aziziye (Dereköy) sınır kapısına doğru devam ettik. Bir süre sonra ayçiçek tarlaları yerini Istranca ormanlarına bıraktı. Yerden bir hayli yükseğe sütun gibi uzanan ve neden sonra dallanıp budaklanan, alacalı gövdeli, devasa ağaçlar. Sınıra bir kilometre kala yolun sağına yaslanmış bekleyen araba kuyruğunu gördük. Birileri işaret ederek sıraya girmemizi söyledi. Ağustos, gurbetçilerin batıya göç mevsimi, Burgaz’a gideceğimiz için bu tali kapıya yönelmiş ve göçten etkilenmeyeceğimizi düşünmüştük. Yanılmışız. 

Almanca reisen sözcüğü, İlk başlarda “sefere çıkmak”, “savaşa hazırlanmak” anlamında kullanılırmış, sonra tüm yolculuk ve gezileri tanımlamak için anlam alanı genişlemiş. Biz bu geçişkenliğin gayet mümkün olduğunu Dereköy sınır kapısındaki muharebe sırasında idrak etmiş olduk. Ayvalık’tan çıkarken Google Maps hazretlerine danışıp bir plan yapmış ve yaklaşık saat 16.00 gibi Burgaz’da olacağımızı öngörmüştük. Üstelik bu oldukça ferah feza yapılmış bir plandı. Sen misin plan yapan! (Bu da laf işte, plan yapmayıp da ne yapacaksın, rüzgarda savrulan naylon torbalar gibi oradan oraya sürüklenecek misin?)

Başladık beklemeye. Bir süre sonra saat 16.00 olmuştu bile ve biz son bir buçuk saat içinde sadece 150 metre ilerleyebilmiştik. Yani dakikada iki metre bile değil. Üstelik öyle saçma bir durumdaydık ki, arabanın başından da ayrılamıyorduk. Yoksa kenarda şahane bir orman var, gir içinde kaybol. Belki de kuyruktan çıkıp öyle yapmalıydık. Gece yarısı boşalır mıydı sınır kapısı? Laf-ı güzaf bunlar, çünkü o sırada hala bir mucize olabileceğine inanıyorduk. 

Bir saat sonra çişimi yapmak için o kusursuz ormana daldım. Bir arkın üzerinden atlamam gerekti bunun için ve hareketim neredeyse onlarca kertenkelenin huzurunu kaçırdı. Ormanın içinden doğru yola bakınca yaşadığımız hayat o kadar manasız görünüyordu ki.

Bir süre sonra Sibel aynı işlem için arabadan indi. Döndüğünde, iki dönemeç sonra, bir tepenin üzerinde duran ve hanidir varlığından kuşkuya düştüğümüz sınır kapısının olduğunu müjdeledi. Önümüzde 60 araç varmış, yaklaşık 20 kadarı da iki gümrük arasındaki no man’s land’de bekliyormuş. 

Cortazar’ın “Cehennem Otoyolu” öyküsünü hatılıyordum. Ama uymayan şeyler vardı. O hikayede insanlar apansız bir trafiğin ortasında kalıyorlardı ve oradan karaborsasıyla filan yeni bir hayat biçimi filizleniyordu. En azından trafik yeniden akana kadar. Oysa burada örgütlü güçlerle karşı karşıyaydık. Herkesin arabasının bagajında mangal, açılır kapanır iskemleler ve masa, çay ve çaydanlık, piknik tüp, sandviçler ve sosisler vardı. Kadınlar, erkekler, çoluk çombalak arabalara binip iniyor, köşede çay demliyor, komşu arabalara ziyarete gidiyor, birbirlerine dürüme sarılmış adana ikram ediyor ve geçmiş sınır kapısı kuyruklarında ki anılarını tazeliyorlardı. Yaşlı bir kadın elinde torba, arkasında çocuklar ormandan böğürtlen toplamaya gidiyordu. Bir Monty Python filminin içine düşmüş gibiydik. Zaman ilerledikçe öylesine bir rehavet oluşmuştu ki, arabaların arasında yer yer yedi sekiz metrelik boşluklar belirir olmuştu. Şoför kenarda piknik yaptığı için keyfini bozmadığından ya da gölgeden güneşe doğru ilerlemek istemediğinden oluşuyordu bu cepler. Kulaklarımız dinginliğe alışmıştı. Birden yüksek devirde çalışan bir motor gürültüsü duyuldu, derken son sürat bir araba geçti yanımızdan ve 40 metre kadar ilerimizde kendiliğinden oluşmuş ceplerden birine daldı. Önce herkes bir tansıka şahit olmuş gibi durdu, sonra önce en yakındakiler giderek daha uzaktakiler dalga dalga arabaya doğru yürüdüler. Bunun “şeytanın arabası” olduğunu nihayet anlamışlardı. Ben, neden sonra arabanın yanına vardığımda o ilk heyecan dalgası yatışmış görünüyordu. İnsanlar tarafından kuşatılmış Bulgar plakalı arabanın içinde, iki kişi oturuyordu. Direksiyondaki iri yarı bir kadındı ve yanındaki koltukta havai gömlek giymiş enine boyuna bir çam yarması vardı. İnsanlar arabanın camına vuruyor, bağırıyor, geri gidip kuyruğa girmeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyorlardı. Arabanın içindekiler sanki bütün bunlar hiç olmuyormuş gibi pişkin bir ifadeyle sırıtıyor ve kendileri dışında kimsenin görmediği bir noktaya bakıyorlardı. 

Politikacı olabilirler mi, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ama öyle olsa çoktan sınırı geçmiş olurlardı. İçerdekilerin tavrı nedeniyle giderek benim de içimde bir öfke kabarıyordu, arabayı tekmelemeye başlamamız işten bile değildi. Tam o sırada telefonla konuşan bir adam, “Jandarma geliyor. Kimse bir şey yapmasın!” diye bağırdı. 

Havası kaçmış bir balon gibi söndü gerilim. Bir süre bekledi insanlar ama görünürde jandarma mandarma yoktu. Artık arabanın önünde sadece bir kişi duruyor ve hareket etmesini engelliyordu, bu arada diğer araçlar yanından geçerek onu kuyruğun dışında atıyorlardı. Bunun üzerine adam, ilk kez tepki vererek arabadan indi, direksiyondaki kadınla yer değiştirdi ve arabayı sıradan çıkartarak ileriki dönemeçte gözden yitti. Bir süre sonra ilerden kavga eden insanlara has böğürtü sesleri duyuldu. Belli ki ötelerde bir başka cepte aynı işlem tekrarlanıyordu. Yanımdaki insanlar oraya doğru koşmaya başladılar.

Neden sonra yaprakların hışırtısına geçtik yeniden. Olay mahallinden dönen biri, adamın orada da tutunamayıp doğrudan hudut kapısına ilerlediğini söyledi. Hava kararmaya başladığında hiçbirimiz o arabanın geri döndüğünü görmemiştik. Şimdi düşünüyorum da belki de onlar haklıydı. Tali bir sınır kapısından evlerine dönmeye çalışıyorlardı ve yollarını kesen yabancı bir orduya karşı yarma harekatına girişmişlerdi. 

Hava kararmış, serinlik bastırmış, son viraj dönülmüştü. Gözümüz tepede pırıl pırıl aydınlatılmış, deniz fenerlerini andıran iki minnacık kulübedeydi. Sonunda oraya vardığımızda bir kilometrelik mesafeyi geçmemizin altı saat 25 dakika sürdüğü anlaşıldı. 

Bulgaristan, Türkiye’den gelen arabaları kendi topraklarına geçmeden önce bir dezenfektanlı su ile ıslatıyor ve bunun karşılığında 3,5 euro alıyor. İki amacı var. İlki ticari elbette, Deli Dumrul hikayesi. İkincisinin tarihsel bir simge olduğunu düşünebiliriz. Eskiden beri Şark’ın nerede başladığı konuşulup durmuştur. Bu ilaçlamayla Bulgar makamlarının şarkın başladığı noktayı Türkiye sınırına taşıdıkları su götürmez. Bundan sonrası temizdir demeye getiriyorlar. 

Sınırı geçince durduk. Saat ona yaklaşırken ahşap bir kulübede para bozdurup leva aldık ama vinyet de almak gerekiyordu ki Bulgar yollarını bedava kullandığımız için ceza yemeyelim. İki ayrı yerde sorduk, Petrov’daki bir benzin istasyonundan bahsettiler ama öyle bir yere rastlamadık ve gözümüzü karartıp devam ettik. Kesif bir ormanda, alabildiğine virajlı bir yolda ilerliyorduk. Gece araba kullanmak benim gibi yedi numara miyop biri için gerçek eziyet. Böyle durumlarda genellikle önüme hızına uyum sağlayacağım bir araba alarak idare ederim. Bu kez herkes bana aynı numarayı çekiyordu. Farın aydınlattığı alanda çok sayıda hayvan ölüsü vardı. Bir sincabı arabanın altına girerken gördüm, ortalamaya çalıştım, sonucu bilmiyorum. Bir tilki gördük, yola fırlayan bir köpeği ezmemek için yavaşlamayı başardık. Ama bütün bunlar giderek daha derinine batılan bir yorgunluğun içinde, bizim dışımızda olan biten şeylermiş gibi yaşanıyordu. 

Burgaz’daki otele varıp odaya girdiğimizde saat 23.00’ü geçiyordu. Eşyaları bırakıp bir şeyler atıştırmak için çıktık. Bir taksiyle merkeze gittik. Bizi kentin en iyi restoranlarından Zlatna Ribka’nın denize açılan sokağına bıraktı. Gerçekten şiirsel bir mekandı; nefis bir taş bina, üzeri tamamen asmalarla kaplı bir sokak. Nihayet şansımız dönüyor diye düşünmüştük ki, garson kız mutfağın kapandığını ama istersek bir şey içebileceğimizi söyledi. Tepeden aşağı yuvarlandık, her iki anlamda da. Biraz ileride geniş basamaklarla set set alçalarak inilen, araç trafiğine kapalı meydana geldik. Saat yarıma geliyordu ve her taraf lokantalarla, yiyip içen insanlarla doluydu. Biz de aralarına karıştık. Peynirli Arap ekmeği, patates kızartma, sebzeli köfte ve Çek birası. Gece yaşayan bir şehirde olmak güzeldi. 

Otelde, sadece başımı yastığa koyduğumu hatırlıyorum.