Yolculuk yazıları

25 Ağustos

Parıldayan güneş ışığıyla dolu, deniz manzaralı kocaman bir odadaydık. Ne yazık ki tadını çıkartacak zamanımız yoktu. Şehri görmek için çıktık. Otelin yanındaki pastanede kahve içip, börek yedik ve merkeze giden iki yanı devasa ağaçlarla ve yapı bloklarıyla çevrili bulvar boyunca hem Haussmann’ın hem Sovyet tipi şehirciliğin kulaklarını çınlatarak adımladık. Bütün o devasa blokların altında, neredeyse o bloklarda oturanlar için açılmış eften püften kahveler vardı ve hepsi de doluydu. Bir tür lokal gibiydiler. Daha sonra, Haskovo civarındaki köyde yaşayan dostumu ziyaret ettiğimde, bunun Bulgar kültürüyle ilgili bir şey olduğunu fark ettim. İnsanlar bu mekanlarda uzun saatler geçirerek sosyalleşiyorlar. Şehirlerdeki apartman altı kafelerin yerini köylerde bakkallar tutuyor ve bunlara magazin diyorlar. 

Gidiş geliş altı şeritli caddede iki kilometre kadar yürüdükten sonra, içeri saptık. Her yer eski binalarla doluydu. Merkez yaya trafiğine kapalı geniş bir alan. Saat erken olmasına rağmen ortalık epey civcivliydi. Dut ve çınar ağaçlarının gölgesinde dolaştık, suyu bol bir şehir belli ki. Bir liman kenti öte yandan, öyleyse devasa vinçler de çınarların üzerinden manzaraya girsin. Soğan kubbeli gar binası ve aralara serpiştirilmiş kiliseler de yerli yerinde. Belli ki uzun sürmüş bir yoksulluktan geliyorlar. Binaların dış görünümü bu konuda herhangi bir kuşkuya yer bırakmıyor. Ama insanlar bir Akdeniz ülkesindeki kadar sıcakkanlı, konuşkan ve yardımseverler. Otelden çıkış saati yaklaştığından bir taksiyle dönüp toparlandık. Odada musluktan akan su buz gibi ve çok lezzetli. Sanki dağ başındaki bir kaynaktan içiyorsunuz.

Burgaz-Varna arasında trafik gidiş geliş tek şerit ve yoğun. Bir süre düz ovada ilerledik. Ufuk deniz kenarına dizilmiş büyük otellerin kuşatması altında: Kaleliler, kuleliler, kubbeliler diye saydırıyor Sibel.  Biz bunları Antalya civarından tanıyoruz. Rusların beğenisine göre tasarlanmış “turizm cennetleri”. Banya’dan sonrası ormanlık, bol virajlı bir dağ yolu. Tırmanırken yolun kenarına attığı plastik sandalyenin üzerine tünemiş bacak bacak üzerine atmış, sigarasını tellendiren bir kadına rastlıyoruz. Bir kilometre sonra bir tane daha ve sonrasında bir diğeri. Etrafta ne bir lokanta var, ne ev ne de kasaba. Belli ki bir tatil beldesinden diğerine giden erkeklere hizmet için buradalar.  Kuzeye çıktıkça büyük, çok büyük tarlalar başlıyor. Tarla sınırları ağaç çitlerle birbirinden ayrılmış, ilk bakışta insana sanki ormanın ortasında tarla açmışlar gibi geliyor ama değil. Alman şirketlere çalışıyor bildiğim kadarıyla bu büyük sanayi tipi tarlalar. 

Varna’dan geçtik. Şehre uzun bir köprüden giriliyor. Hayatımda gördüğüm en müthiş liman manzarasıydı. Kanala dönüşmüş bir deniz girintisi, Bergen’dekinden daha uzun ve etkileyici. Trafik ışıklarında dura kalka ilerlerken müthiş binalar gördük. Burgaz’dan daha bakımlı olduğu şüphesiz. 20. yüzyıl başı kartpostallarını hatırlıyorum kentin; parklar, denize inen geniş merdivenler, geniş kenarlıklı şapkaları, uçuşan uzun etekleriyle başka bir çağın kadınları ve yanlarında yörelerinde siyah takım elbiseleriyle kuklaları andıran adamlar. Kumarhaneler elbette, denize uzanan tahta iskeleler, bütün vücudu kapatan enine çizgili komik mayolar. O zaman da buralar Rusların gözde mekanıymış. Nazım da Rusya’dan tatile mi gelmişti: 

Sesleniyorum Varna’dan,

İşitiyor musun?

Seslenebileceğim bir çocuğum yok, olmamasını tercih ettim. Dünyaya gelmiş olmanın memnuniyetsizliği ile açıklayabilirim kısaca. Aynı belayla başkası da uğraşsın istemedim. 

Memlekete seslenmek babına gelince, onunla epey didiştim ben de. Artık uzun uzun bir şeyler söyleme isteği, hele bir seslenme arzusu falan kalmadı içimde. Bir tek dilin kendisi var. Onun dışında ha vatan ha plastik çöp. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde “Ağa Camii” maddesinde Nazım’ın bir gençlik şiiri vardı ve anti-emparyalist bir milliyetçi olarak söz alıyordu. Sonradan komünist olacak o genç adamın içindeki ve şiirindeki milliyetçi damarı yeterince tartıp değerlendiremedik hala. 

Araba kullanırken insanın zihninden akan şeylerin toplu iğne başı kadar kısmı. Neyse ki Balçık adı belirdi tabelalarda, dış dünyaya döndüm. Kenarından geçtik, içine girip biraz mola da verebilirdik. İsim çağırıyor ne de olsa, ama biraz sonra bir başka tabelayı görünce fikrimiz değişti: Durankulak!

Bir Kızılderili adı gibi. Yoksa o güneş-dil teorileri filan! İnsan kaptırıp gidebilir boşluğun ortasında, öyle ilham verici bir ad. 

Durankulak bir Amerikan mezrasını andırıyordu. Dağınık birkaç ev, arkada fabrika binalarının silueti. Yol kenarındaki bir büfenin önüne konmuş tezgahta orta yaşlı bir adamla kadın ayakta bira içiyorlardı. Yanda bir market ve birkaç yolcu. Saat iki olmuştu ve o sırada Durankulak’ta yapılacak en iyi şey bir öğle birası içmek gibi geldi bize. Bira içen kadın tezgahın arkasına geçti. Benmarinin içinde hepsi birbirinden umutsuz görünen tavuk şiş, sosis ve sebzeli köfteler vardı. Sosis, tavuk ve birayla dükkanın önündeki tezgahlarda ayak üstü takıldık. Bile bile lades. Yemekler belliydi de, 1881’den beri üretilen tarihi Bulgar birasının bu kadar kötü olması inanılır gibi değildi. O sırada kırmızı üniformalı iki adam daha gelip bira kardeşliğine eklendiler. Tuhaf bir his veriyordu insana ortam. Bir süre orada takılıp o berbat biradan içerek yaşanabilirmiş gibi. Kesif bir uyuşukluk hissi. Bu balçığa daha fazla batmamak için arabaya atlayıp üç kilometre ötedeki Romanya sınırına doğru kaçtık. Tek bir kulübede iki ülkenin bayrağı. Bulgaristan’dan çıkış ve Romanya’ya giriş damgası basan polis, gözbağcıya benziyordu. Pasaportumuzda afili birer Durankulak damgası oldu. Ayrıca bir sınır kapısındaki ilk bikinili kadını görmüş olduk. Meğer sınırın hemen ilerisi bir tatil beldesiymiş: Vama Veche.  

Köstence’ye kadar yol tatsız, yoğun ve cidden kötü mimari örneklerle doluydu. Şehrin girişinin de daha parlak olduğu söylenemez. Hatta bir ara 70’lerde 80’lerde fuhuş için Romanya’ya giden bizim müteahhitler, şimdi her yerde yaptıkları abuk binaları burada mı gördüler diye düşünmedim değil. Yoksa buradakileri mi onlar yaptı? Bu da yabana atılır bir olasılık değildi. 

Kral Camii

Kaybolmadan Hotel Maria’ya ulaştık. Tam da yer ayırtırken düşündüğüm gibi Tiflis’te kaldığımız Hotel Tori’nin ikizi çıktı. Hem girişi aynı, hem odaları hem de asansördeki kumanda paneli. Resepsiyondaki kızların dil ve yol bilmezliği de benziyordu. 

Tarif ettikleri yoldan merkeze ancak taksiyle ulaşabildik. Hava kararmaya başlamıştı. Geniş meydanın sol yanında gördüğüm en ilginç ve güzel cami minarelerinden biri duruyordu. İlerdeki  meydana kurulmuş sahnede Köstence Klasik Müzik Orkestrası üyeleri yerlerini almış, cuma konseri için son hazırlıklarını tamamlıyorlardı. 

Açtık. Kalabalıktan uzaklaşarak sahile inen merdivenlere yöneldik. Marina dip dibe barlar ve restoranlarla doluydu. Birinden içeri girdik. Servis yapan garson kız birkaç kelime Türkçe biliyordu. Bütün kış, işsizken “Kara Sevda” dizisini izlemiş televizyonda. Kalkan, şarap ve sarımsak soslu midye, salata ve beyaz şarap sipariş ettik. 

Yemekten sonra indiğimiz merdivenleri tırmandık ağır ağır, orkestra mola vermişti. Arada amatör grupların gösterileri vardı, onları izledik, biraz daha tırmanıp tatlı yemek ve birer sert içki yuvarlamak için bir kahveye oturduk. Akın akın çocuklu aileler geçiyordu önümüzden. 

Tuhaf bir ülke bu Romanya. Steven Runciman’ın gezi kitabında okumuştum, adını Osmanlılar döneminde gönderilen Rum valilerden almış. Herhalde Balkan Savaşı’ndan sonra kendilerine yeni bir tarih yazmaya karar vermiş ve soylarını Romalılara dayandırmayı münasip bulmuşlar. Köstence’ye ve Bükreş’e dikilen kurt heykellerinin esbab-ı mucibesi bu olsa gerek. Uydur uydur ipe diz, derdi anneannem.