Sabah pırıl pırıl bir güne uyandık. SH4 otoyolundan çabucak Fier’e vardık ama şehrin içinden çıkmak yarım saati buldu. Artık umutsuzluğa kapılmak üzereyken yol ayrıldı ve Yunan sınırı Kakavia’ya doğru devam ettik. Sınırı geçince artık son etaba girmiş olacağız.
Sıra dışı bir coğrafya. Üstelik toprak iyi işlenmiş. Ülkenin kuzeyindeki karmaşadan eser yok burada. Belli ki köylü bir toplum Arnavutlar, o işi biliyorlar. Şehir kurma konusunda ise pek bir fikirleri yok. Dar alanda kaos. Kuzey Müslümandı, güneyde daha çok Hıristiyanlar yaşıyor bu da bir faktör olabilir.
Süratli kullanmaya toleransları yok. Tıpkı bizdeki gibi, ispiyon polislere karşı örgütlenmiş bir dayanışma ağı var, karşı şeritten gelenlerin farlarla yaptıkları uyarı sayesinde iki kez radardan kurtulduk. Sınıra yaklaştıkça köylerin aralıkları sıklaştı ve her köyün girişinde, ellerinde 60 km yazan tabelalar tutan polisler belirdi. Bunlar okulda elişi dersinde hazırlanmış şeylere benziyor, yuvarlak bir karton, etrafı renkli boyanmış ve ortasına 60 yazılarak, kare bir sopaya raptiyeyle tutturulmuş. Bir süre sonra gerçek değilmiş izlenimi uyandırıyorlar insanda. Böyle böyle sonunda birini görmeden hızla yanından geçtim, dikiz aynasından arkamdan el ettiklerini görünce, geri vitese takıp hizalarına gelerek camı açtım. Ehliyetimi hazırladım. Sonrası bir Kavuklu ve Pişekar hikayesi.
Belli ki ikisinden daha kıdemli olan iri yarı, şişman ve güleç polis şoför camına yanaşarak “Türk?” Dedi.
“Türk,” dedim.
“Çok!” dedi.
“Çok ne?” diye söze karıştı Sibel ve ikimiz de anlamazlıktan gelerek suratına baktık.
Bir kez daha “Çok!” dedi.
“Çok iyi,” dedi Sibel.
Adam biraz afalladı. Bunun üzerine baktı olmuyor “Merhaba!” dedi.
“Merhaba!” dedik.
Elini uzattı, çok candan bir tokalaşmaydı.
“Hadi, git!” derken hala ağız dolusu gülüyordu.
Sınırın karşısındaki benzincide durdum. Pompacı genç Türk plakayı görünce çoştu. Futbol, İstanbul lafladık bir süre, gözleri parlıyordu. Türklere karşı bir ilgileri var. Benden fazla olduğu kesin. Sınırı geçtikten sonra çok rahat bir yoldan Yanya’ya vardık. Beş yıldızlı bir otelde yer ayırtmıştık bu kez. Göle bakan, balkonlu, ağır döşenmiş bir oda. Otelin girişi de saray yavrusunu andırıyordu zaten. Yerler halı, duvarlarda devasa tablolar asılı, odada koyu yeşil ağırlıklı bir dekorasyon. Buna karşın yatak zıp zıp zıplıyor ve gece üzerinize almak için fazladan bir battaniye yok. Lobideki deri taklidi koltukların kavı da çoktan gitmiş.
Sandviç, bira, soda. Biraz uyumuşum. Kalktığımda saat 18.30 olmuştu. Bu kadar çok mu uyudum gerçekten? Meğer memleket saatine dönmüşüz. Giderken kazandığımız sandığımız o bir saat, buharlaşmış. Toparlanıp çıktık.
Daha önce de Yanya gölü kenarında dolaşmışlığımız vardı ama sonbahar renkleriyle bu kez çok daha güzel göründü gözümüze. Envai çeşit ağaç, göl ve çevresine ait değişik çalılar ve bitkilerden oluşan ayrıksı bir peyzaj. Her yer koşan, bisiklete binen, köpeğini gezdiren, akşamı göl kenarında karşılamaya çıkmış Yanyalılarla doluydu. Arada fotoğraf, molaları verdik. Karşımıza çıkan turizm danışma bürosuna, nerede taverna bulabileceğimizi sorduk. Sahil kenarındaki hangar gibi mekanı tarif etti. Saat daha sekiz olmadı, Yunanlılar için kahvaltı saati sayılır, zaten belli ki turistik bir yer. Birer duble uzo içip, göllerde bir kamış olma saatini atlattıktan sonra, kalkıp şehrin bağırsaklarını aramaya başladık.
Daha iç taraflarda bir sokak bulduk, cıvıl cıvıl insan kaynıyor. Çoğu öğrenci. Onların yoğun olduğu bir mekana oturduk. Barbayani rakısı vardı, kekikli domuz eti de tam kıvamında pişirilmişti. Oradan çıkınca biraz daha iç taraflara yürüdük. Kent düşündüğümüzden çok daha fazla olanak barındırıyordu. Bunun üzerine bir şeyler daha içmeye karar verdik ve ara sokaklardan birinde dışarda iki üç masası olan bir bara çöktük. Belli ki bizim dışımızda herkes birbirini tanıyordu. Yine de yadırgamadılar. Barba sevimli bir adamdı. İki bira söyledik. Biraz sonra, ikram olarak bir piyaz bıraktı masaya. Biz zaten yemekten kaçıyoruz, ayıp olmasın diye bir iki çatal aldık. Bari hazmedeyim diye bir tsipouro söyledim. Bunun üzerine Barba çok mütehassıs oldu, elini kalbine koyup, benden işareti yaptı. Ama bu kez de tsipouro ile birlikte ikram olarak içi peynirli ve jambonlu bir krep geldi. Ayıp olmasın, diye ondan da bir iki çatal aldık ama iyilikten maraz doğmasına ramak kalmıştı. Hesabı ödemeye gittiğimde tsipouro’nun parasını katiyen kabul etmedi.
Otele döndük ve rutubetli gece havasında balkonda epey bir eğleştikten sonra, zıplayan yatağa yattık.