Yolculuk yazıları

26 Mart 2016


Karl Marx Strasse

Dün yaptığım yolu, bu kez birlikte yineledik. Neukölln S-Bahn istasyonundan Karl Marx Platz’a doğru yürüdük ama her şey farklıydı. Hava güneşliydi ve dün resmi tatil olduğu için kapalı olan dükkanlar açılmıştı. Rahatlıkla Halep’te, Adana’da ya da Beyrut’ta bir sokak olabilirdi burası. Önder hocanın laf arasında “Berlin Duvar’ı yıkılınca Karl Marx Strasse altında kaldı” derken ne kastettiğini şimdi anlıyordum. Bütün ülkelerin yoksulları burada toplanmıştı. 

Ortama uyup bir falafelciden içeri girdik. Avaze bir Arap müziği çalıyordu, renk cümbüşü ve dekorasyondaki özensizlik yerli yerindeydi.O tükenmez ikram arzusu da… Dürümlerimizi beklerken, tezgahtaki çocuk elimize birer falafel tutuşturdu, sonra ikram turşular geldi. 

Çıkınca bir süre daha kalabalık caddede yürüdük. Meydanda semt pazarı kurulmuştu. Satıcıların neredeyse tamamı Türk’tü ve ortalığı inletiyorlardı. U-Bahn’la Kottbusser Tor’a geçtik. İş Bankası’nın ATM’sine uğradım bir umut, burada da servis dışıydı. 

Adalbertstrasse’de ilerlerken sol kolda bir müzeyi işaret etti Sibel: Friedrichshain-Kreuzberg Museum. Kapısında yazılandan anladığımız kadarıyla, 1991’de kurulan müze Kreuzberg’deki kentsel dönüşüm ve göçmenlerin tarihiyle ilgiliydi. Üç katlı eski bir bina üzerine metal ve cam konstrüksiyondan giydirme yapılarak restore edilmişti. 

Birinci katta, bölgenin binaları ve iç mekanlarda yaşanan dönüşüm anlatılıyordu. İkinci katta, Kreuzberg’deki mimari gelişmelere yer verilmişti. Müzenin en ilginç bölümü olan üçüncü kat ise boş bir salondu ve tabanında bir Kreuzberg haritası vardı. Köşedeki ufak masada oturan siyahi kız elimize, kulaklığıda olan gazeteci teybi boyutlarında birer küçük bilgisayar verdi. Nasıl çalıştığını gösterdi. Ana menüde, bölgede arayabileceğiniz seçenekler yer alıyordu: Oturma, eğlence, istasyonlar, kültür merkezleri gibi… Bunlardan birine tıkladığınızda, yeni bir listede numaralar çıkıyordu karşınıza. Bunlar yerdeki haritanın üzerindeki numaralardı aynı zamanda. Hangi numarayı tıklarsanız yaklaşık iki dakikalık bir metinle oranın yakın tarihçesini dinliyor, dilerseniz dönemin bir-iki fotoğrafına bakabiliyordunuz. 

İnanılır gibi değil ama 1960’ların sonu, 70’lerin başında Adalbertstrasse’de Türk işçi ve öğrencileri bir tiyatro kurmuş ve bir Beckett oyunu sahneye koymuşlardı. Çoğu 12 Mart’tan kaçanlar olmalı, diye düşündüm. Naunynstrasse’de bir çikolata imalathanesi varmış. 70’lerin başında orası bir sinemaydı hatırladığım. Bir keresinde gitmiştim, salonda en fazla iki-üç kişiydik ve uzaylı etoburlarla ilgili bir film vardı. Korkudan ancak yarısını izleyebilmiştim. 

Sibel orta kattaki mimari bölümü daha detaylı incelerken ben de girişteki kitap satılan bölüme indim. Beklenebileceği gibi bir Kreuzberg kitabı buldum orada, yine de heyecanlandım çünkü ne zamandır böyle bir kitap arıyordum. 70’lerin başından bir Naunynstrasse fotoğrafı da vardı içinde. İkindi güneşinde yıkanan upuzun bir sokak. Kitabı almak için kasaya gittimde yeterli nakitimin olmadığını fark ettim. Kredi kartı da geçmiyordu. Bir telaş Kottbusser Tor U-Bahn istasyonunun köşesinde, caminin hemen yanındaki ATM’ye gidip nakit avans çektim. Bir yandan da Sibel aşağı inecek ve beni bulamayacak diye endişeleniyordum.

Naunynstrasse 11a

Kitabı aldım, Sibel birkaç kartpostal seçti, müzenin önündeki küçük bahçeye çıktık. Hemen sol tarafta 15-20 metrekarelik bir alan, ayrıca telle çevrilmiş ve içine bir şeyler ekilmişti. Ben devam ettim ama Sibel durmuştu. Bostanın arkasına yerleştirilmiş, iki kanatlı, kahverengi, kocaman bir kapıya bakıyordu. Öyle heybetliydi ki, rahatlıkla Berlin’in bütün 20. yüzyılını gövdesinde taşıdığı düşünülebilirdi. Yanına tabela koymuşlardı. Burada yazılana göre, Naunynstrasse’de gerçekleştirilen kentsel dönüşüm sırasında yıkılan eski binalardan birinden sökülüp getirilmişti. Kafamı kaldırdım ve numarasına baktım “11a” yazıyordu. 

Bu kapı, o kapıydı! 

1970 ile 1974 yılları arasında, o kapıyı defalarca itip-çekmiştim. Öylesine ağırdı ki, tek kanadını açmak için çocuk gövdemle yüklenmem gerekirdi. Kapıyı açtıktan sonra durup beklerdim, arka avludan gelen ışık, girişi aydınlatmaya yetmezdi. Apartmanın otomatiği, üç dört metre ilerde, merdivenin yanındaydı. Gözlerimin loş ışığına alışmasını bekler, bu arada her zaman sessiz ve tekinsiz görünen girişte olağandışı bir şey olup olmadığını anlamaya çalışırdım. Sonra hızla atılıp, beni birinci kattaki inime ulaştıracak geniş merdivenleri tırmanırdım. Bu arada anahtarım çoktan hazır olurdu. Eve girip arkadan sürgüyü çektiğimde ve gidip kardeşimin hala uyuyup uyumadığını kontrol ettiğimde, ancak o zaman yavaş yavaş sakinleşmeye başlardım. Sonra perdenin aralığından önce caddeyi, sonra mutfağa geçip arka avluyu kontrol ederdim. O yıllarda sokak, evlere gelip çocukları kesen katillerin hikayeleriyle çalkalanıyordu. 

Bu arka avluların duvarları beton dökülürken üzerine serpiştirilmiş cam kırıklarıyla dolu olurdu. Bir evin avlusundan diğerine geçilemesin diye. Emine Sevgi Özdamar’ın “Aynadaki Avlu” adlı hikayesini anımsıyordum.

Bütün bu hikayeden sonra kaçınılmaz biçimde Naunynstrasse’ye gidip baktık. Binaların çoğu yıkılıp yenileri yapılmıştı. Sokağın köşesi dört bina boyunca uzanan süpermarket tarafından kimliksizleştirilmişti. Jugendheim’ın (gençlik merkezi) bahçesi duruyordu.. Köşedeki parka çimen dayanmayacağına en sonunda Almanlar da kanaat getirmiş olmalılar ki bütününe kum sermişlerdi. Parkın Görlitzer Bahnhof tarafına bakan kısmındaki bir bankta Türkler oturmuştu. Belki de sokağın 50 yıllık tarihinde bir tek onlar değişmeden durmuş izlenimi uyandırıyorlardı. En azından konuşmadıklarında. Çünkü ağızlarını açtıklarında, bambaşka bir melodisi olan Türkçe-Almanca harmanı bir dil konuştukları işitiliyordu. 

Naunynstrasse

Sibel’e Görlitzer Bahnhof istasyonunu göstermek istiyordum. Çünkü Kottbusser Tor ne kadar sevimsizse, Görlitzer Bahnhof o kadar şirindi. Yenilenmiş, şık şıkırdım bir yer olmuştu. Eskiden merdivenlerin girişinde duran ve ne iş yaptıkları belli olmayan Türklerin yerinde artık Afrikalılar vardı. Torbacı değillerse ne idiler, kestirmek imkansızdı. 

Caddeye inince Schlesisches Tor istikametine doğru yürüdük. Yol boyu lokantalar, birahaneler, hamburgerciler, kafeteryalar vardı. Kırmızı tuğladan eski kiliseye yakın bir tanesinin (Boulette) önündeki banka oturup, şahane Çek biraları içtik.

Kalkınca Mariannen Platz Parkı’na doğru yürüdük. Bir zamanlar içinde çıplak hippiler komününün olduğu, etrafı alçak duvarla çevrili arazi, çoktan apartmanlar tarafından doldurulmuştu. Park ise olduğu gibi duruyordu. Soldaki kilise hastanesi bir kültür merkezine dönüştürülmüştü zaman içinde. Kilise en dipteydi, okuduğum okul hemen onun sağındaydı. Biz soldan devam ettik, mayınlı araziliden geçerek eski Doğu Berlin topraklarına ayak bastık. Her yer çok katlı, Károly Kos’un “insan kafesleri” olarak nitelendirdiği, göz alıcı renklere boyanmış işçi bloklarıyla doluydu. Tam buraya yakışacak biçimde iki tane kocaman süpermarket vardı . Gördüğüm en büyük Aldi ve hemen karşısında onunla aşık atan Kaiser.

Eve dönünce Almanya-İngiltere hazırlık maçını izledim. Almanlar 2-0 öne geçmişken 3-2 yenildiler. Halbuki eskiden tam tersi olurdu. Bunca göçmenle düşüp kalkmak -milli takımda da çok sayıda vardı onlardan- bildiğimiz Alman ruhunu kemiriyormuş gibi duruyordu.