Yolculuk yazıları

27 Eylül

Sabah beş gibi kalktım. Üzerimde bir ağırlık vardı. Sibel de uyandı. Kabus görmüş. Bir saat kadar kah kitap okuduk, kah telefona baktık. Gün ağarırken yeniden yattık. Bu kez ben bir kabusun içinde bağırmışım. Akşam yediklerimiz fazlaydı tamam ama göl havasının da ağırlığı var herhalde. Hafif bir kahvaltıdan sonra toparlanıp çıktık. Buradan ötesi bildiğimiz yollar, kim bilir kaç kez geçtim Yanya-Selanik arasını. Zorluğu olmayan bir yol. Zaten Yunanistan’da bütün şehirlerarası yollar rahattır, ortalıkta pek fazla araç görmezsiniz. 

2007 ve 2008’de üç kez gelmiştik Selanik’e. Ayıptır söylemesi, bu şehrin kitabını yazdım. İstanbul kadar iyi biliyorum diyeceğim ama galiba daha iyi biliyorum. İstanbul elimizden kaçıp gitti sonuçta. Bir akşam kalır devam ederiz diye düşünüyorduk, ama arabayı Anatolia Oteli’nin önüne çekip, odaya çıkınca öyle bir yayıldık ki, bu kadar olur. Akşam üzerine doğru uyanınca resepsiyonu arayıp konaklamamızı bir gece daha uzattık, neyse ki oda müsaitti. 

Otel, Egnatia caddesinin başlangıcına yüz metre uzakta. Hava kararırken çıkıp aheste-beste kordona indik. Beyaz Kule’ye kadar gidip oradan içeriye girdik, uzaktan Dore’ye baktık, Tsimiski’den geri döndük ve Ladadika’da eski göz ağrımız Zythos’da oturduk.  Marsilya’da içtiğimiz bir iki pastisi saymazsak Paris’ten beri rakı görmedik. Haliyle özlemişiz. Bir iki meze, papalina ve iki 20’likle oturup geçmiş zamanları yad ederek yavaş yavaş yükünü tutmaya başlayan sokağı seyrettik. Yürüyerek otele dönerken mutluyduk doğrusu, hem yolun sonuna gelmiş olmaktan hem de dünya gözüyle bir kez daha Selanik’i gördüğümüz için.