Yolculuk yazıları

27 Mart 2016

Son dört gecenin tek deliksiz uykusuydu. Saat onda kalktım ve yaz saati uygulamasına geçildiği için on bir olmuştu bile. Kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Mauer Park’ın (Duvar Parkı) oradaki bit pazarına gidiyoruz. Güneybatıdan, kuzeydoğuya S-Bahn’la yapılacak 15 duraklık bir yolculuk. Neukölln’ü geçince tren yavaş yavaş sola kıvrıldı ve kuzeye yöneldik. Kuzeyin de kuzeyine gidiyoruz sizin anlayacağınız. Bir süredir ağaçların ve çalıların arasından ilerliyorduk, binalar beş-on metre üstümüzde kalmıştı. Önce orta sınıf evleri vardı, sonra bol grafitili sosyal konutlar belirdi iki yanda. 

Saat bire gelirken Prenzlauer Allee istasyonunda indik. Telefonumuzdaki haritadan Mauer Park’ı işaretleyip yürümeye başladık. Bir yanımız park, diğer yanımız 20. yüzyıl başından kalma ama bakımlı eski evlerle doluydu, uzun bir caddeyi katettik. Neredeyse bütün alt katlar dükkandı: İkinci el kitapçılar, kahveler, barlar, ressam atölyeleri, el yapımı eşyalar satanlar… Büyük marketlerin uğramadığı bir dünyadan söz ediyorum. Ne yazık ki çoğu kapalıydı. Gelirken böyle bir yerle karşılaşmayı ummuyorduk ama bu bizim cehaletimizmiş. Meğer, hanidir kentin entellektüel ve alternatif nüfusunun yaşadığı gözde mekanmış Prenzlauer Berg (Prenzlauer Tepesi). 19. yüzyılda kentin kuzey garı varmış burada. 1961’de duvar çekilirken kapatılmış. İki Berlin birleştikten sonra Doğu’da kalan taraf park olarak düzenlenmiş, Batı’da kalan ve halen demiryollarına ait olan arazide ise 2004 yılından bu yana bit pazarı kuruluyormuş. Toplamı 15 hektarlık bir yerden söz ediyoruz. İçinde iki tane stadyum var. Yürürken geçtik. Sonrası tamamen saldım çayıra durumuydu.  Yürürken solda, hafif bir yükselti vardı, tepe dedikleri yer burası mı diye düşünebilir insan, ama Almanya o kadar düz bir yerdir ki, buna dağ da diyebilirlerdi! 

Çok eski bir park olmadığı ağaçların boyutlarından belli oluyordu. Ortalık bisikletli insan kaynıyordu. Bebek arabasıyla dolaşan kadınlar onlardan da fazlaydı. Tepeye doğru bir sürü insan çimenlerin üzerine yayılmış yiyip içiyordu ve sayıları gözle görülür biçimde artıyordu. Telefondan haritaya bakalım derken davul sesi geldi kulağımıza. İleride bir öbek vardı ve biraz daha ilerleyince davul sesine, bağırış, çığırışlar da eklendi. Çayırın ortalarına denk düşen kısmında bir rock grubu doludizgin çalıyordu. Parça aralarında, sadece yoldan geçenler değil, tepeden rüzgar gibi kopup gelen insanlar da, önlerindeki para kutusunu doldurmak için var güçleriyle çalışıyorlardı. Durup dinledik, gerçekten iyiydiler ve kısa süre sonra tası tarağı toplayıp, kazandıklarını yiyebilirlerdi. Tabi amaçları buysa. Bira alabileceğimiz bir yer olsa, biz de çayıra yayılıp bir süre orada takılabilirdik ama yoktu. Belli ki Berlinli gençlerin favori pazar günü mekanlarındandı burası. Gözümüzün önünde hızla bir Brueghel tablosu oluşuyordu. Hokkabazlar ve müzisyenler çoktan oradaydı. İçenler, sarhoş olup tepeden aşağı çayırda yuvarlananlar. Yiyecek satıcıları. Sevişenler. Daha şimdiden sızmış uyuyanlar. Domuz gezdirenler ya da boğazlayanlar da var mıydı acaba? Birden orada ayırdına vardım, bu tür keşmekeş çok kuzeyli bir şeydi. 

İlerledik ve uzaktan tentelerin göründüğü alana doğru yaklaştık. Pazar yerinin etrafı dikensiz tellerle çevrilmiş ve araya iki-üç giriş kapısı açılmıştı. Mantığını çözemedik. Belki de sayıyı kontrol etmek içindi, çünkü bir kere içeri girdikten sonra bir insan selinin içinde kayboluyordunuz.

Girdiğimiz kapı dar bir sokağa yönlendiriyordu ve o kadar kalabalıktı ki, neredeyse adım atmak imkansızdı. Yüz metre kadar sürüklendikten sonra, can havliyle bir plakçının kurduğu çadırın boşluğuna attım kendimi. Tezgahların üstüne içleri LP dolu plastik kutular yerleştirilmişti ve kutuların üzerinde beş avro yazıyordu. Karıştırmaya başladım. Sonunda dokuz tane LP seçmiştim.  Tezgahın sahibi olduğu anlaşılan adamın yanına gittim, ilk LP’yi aldı -ki bu bir David Bowie’ydi-  ve 15 avro, dedi. Plastik kutuların üzerinde yazan rakamı gösterdim. Sonuçta ben de plağı oradan almıştım. “Ben aptal mıyım?” gibi saçma sapan bir cevap verdi. Onu sorusuyla baş başa bırakıp uzaklaştım. Bu arada yol biraz daha yürünür hale gelmişti ama bütün tezgahlarda tasarımcılar vardı ve saçma sapan fiyatlar söz konusuydu. 

Sibel’i bulduğumda ikimiz de birbirimize aynı anda “Bu nasıl bit pazarı yahu?” dedik. Ya da buna benzer bir şey. Yine de dolaşmaya devam ettik. Öndeki sokaklardan uzaklaştık, onun arkasındakinden de, en dipte gerçek bit pazarına ait emareler kendini göstermeye başladı. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Türklerin ve Arapların kurdukları devasa tezgahlardı bunlar. Eşyalar karton veya plastik kutuların içine karışık olarak yığılmışlardı ve bu kutulardan oluşmuş koridorlar vardı. O kadar boldular ki, bir koridoru layıkıyla gözden geçirmek en az yarım saatinizi alıyordu. Baktıkça bunların ölmüş insanların evlerinden gelmiş olduklarını anlıyordunuz. Belli ki eşyalar, en değerli olanları ayrıldıktan sonra istifleniyor, bürokraside olduğu gibi kategorilere ayrılıp satılıyordu. Ev eşyaları, özellikle mobilyalar ve cam eşyalar o kadar çoktu ki bir süre sonra bütün bu eşyanın, toplamın cürufu olduğunu fark ediyordunuz. İlk yatırılan para çoktan kazanılmış, şimdi sürümden, ufak paralarla, esas kar toplanıyordu. Kapitalizmin bit pazarı hali. Biz de tüketici tavuklar olarak uzun uzun eşelendik. 

Alt kapıdan caddeye çıktığımızda epey yükümüzü tutmuştuk. Hatta ben en son, kocaman emaye bir ahtapot tenceresi almıştım ve Sibel’in bira bardakları koleksiyonunu onun içine doldurmuştuk. Takdir edersiniz ki fazla uzağa gitmemiz söz konusu değildi. Yükümüz bir yana aç ve susuzduk. Caddede tıpkı birkaç saat önce arkamızda bıraktığımız çayırda olduğu gibi bir insan seli dalgalanıyordu. Kabalıkta, elinde içki şişesi olmayan birine rastlamak neredeyse imkansızdı. Parkın tam karşısında ufak bir meydancığın dip köşesinde nefis bir restoran göz kırpıyordu, düşünmeksizin oraya yöneldik ve tam kapının girişinde, düzgün bir masaya postu serdik. Vietnam lokantasıydı. Sibel geçmiş Londra tecrübesiyle, Uzak Doğu mutfağında söz sahibidir. Bir ördek, ekşi-tatı soslu börek, belki bir iki mantı ve iki -belki daha fazla- bira ile epey vakit geçirdik. Bizim baktığımız yerin önünde bir alan vardı ve oraya kurulmuş masalarda, insanlar bizim oturduğumuz lokantadan ve başka kafe ve kneipe’lerden sipariş verdiklerini yiyip içerek, eğleniyorlardı. Sokak giderek doluyor, müzik coşuyor ve dans öyle bir ritim kazanıyordu ki, bir süre sonra buraya neden geldiğimizi unutup, bu kadar çok şey aldığımıza pişman olmaya başladık. Yoksa, şimdi biz de onlarla birlikte gece boyunca çayıra uzanabilir, bira içerek dans edebilirdik. 

Dönüşte kendimize eziyet etmek istercesine başka bir yol deneyelim dedik ve dört ayrı aktarmadan sonra eve vardığımızda, dilimiz dışarı çıkmıştı. Neyse ki şahane bir gün batımı vardı, gün boyu topladıklarımıza bile bakmadan, elimize birer kadeh alarak, bahçeye çıktık.