Sabah emlakçılarımız J. ve G. ile dört eve bakmak için yola çıktık. İlki kentin göbeğinde eskiden üzüm bağlarının olduğu ve halen yamaç boyu şaraphanelerin bulunduğu Avas tepesinin eteklerindeki çingene mahallesine bitişik, Sovyet bloklarından birinin sekizinci katıydı. Sibel emlakçılarla önden çıktı, biz asansörün geri gelmesini bekliyorduk. Asansörden yaşlı bir kadın indi ve biz yabancılarla nefretle baktı, orada ne aradığımızı sordu ve vereceğimiz cevabı beklemeden yürüyüp gitti. Yaşamından geriye sadece acılık kalmış gibiydi.
Sonra şehrin biraz dışında müstakil bir eve baktık. Ev sahibi içinde oturuyordu. Galoşlarla dolaştık, biz dolaşırken anneanne ve torun televizyon izliyorlardı. Göz ucuyla olsun bize baktıklarını görmedim. Belli ki hiç ilginç değildik.
Yeniden arabaya döndük. G. Önde Macarcasını iletmeye çalışan arkadaşımızla sohbet halindeydi. Ben, J. İle Sibel’in yanında arka taraftaydım. J., Sibel’e, “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin, Macaristan’da daha kısa bölümler halinde, haftanın birkaç günü “Süleyman” adıyla gösterildiğini anlatıyordu. Söylediğine göre dizinin oynadığı saatlerde insanlar birbirlerini aramamaya özen gösteriyorlarmış. Neden olmasın, sonuçta Macaristan krallığını yıkan kişiydi Süleyman.
Geveze bir kadın J. ve gayet akıcı bir İngilizce konuşuyor. Süleyman faslı bitince Afrika faslına geçti. Meğer bir vakıf aracılığıyla Afrikalı öksüz ve yetim çocuklara yardım için altı haftalığına Uganda’ya gitmiş ve yeni dönmüş. Uzun uzun orası ile ilgili izlenimlerini anlatmaya başladı. O konuşurken ben de onun eğer bu kıyafetleri giydiyse, beyaz pilili eteği, beyaz topuklu ayakkabıları, boyalı sarı saçları, kalın göz farları, beyaz kolsuz bluzu ve sol kolundan başlayıp omuzuna doğru uzanan ve herhalde sırtında devam eden gösterişli dövmesi, mavi kalemle çizilmiş kaşlarıyla Afrikalı çocuklara bir ahir zaman meleği gibi görünmüş olacağını düşünüyordum.
Neden, hatırlamıyorum ama bir ara Sibel bana dönüp, Karadeniz şivesiyle “Ha bu!” dedi. J.’nin çok hoşuna gitti bu. Yol boyu “Ha bu!” deyip durdu. Bu arada üçüncü evin önüne varmıştık. 1960’ların başından kalma müstakil bir evdi. 86 metrekare taban üzerine oturuyormuş. Alt katta deposu, 250 metrekarelik bakımlı bahçesi, bahçesinde kapalı garajı ve doğal gaz bağlı kaloriferi vardı. Çatı aralığı 5.5 metre yüksekliğindeydi ve yapılırsa 70 metrekarelik şahane bir resim atölyesi olabilirdi.
Evin sahibesi olan yaşlı kadın salonda, caddeye bakan camın önündeki bir koltukta oturuyordu. Emlakçının tercüme ettiğine göre bacakları artık onu taşımayı reddediyormuş. Geldiğimizde bahçe kapısını açması için anahtarı camdan uzatmıştı G.’ye. Kocası uzun yıllar önce ölmüş, çocukları farklı şehirlere taşınmış, o ısrarla kendi elleriyle yaptıkları bu ilk göz ağırısı evde oturmayı sürdürmüş ama tek başına yaşanan bu hayatın sonuna gelmiş belli ki. Evi gezerken bir ara başımı uzatıp oturduğu odaya baktım. Eliyle içeri girmemi işaret etti. Macarca, uzun uzun bir şeyler anlattı. Anlamadığımı biliyordu yine de konuşurken, yıllarca gözü gibi baktığı evi almaya niyetlenen insana yakından bakmak, onu tartmak istiyordu belli ki. Ses etmeden dinledim.
Ev yer karolarından kapılarına, camlarına, kepenklerine kadar ilk yapıldığı günkü haliyle duruyordu ve ikimizi de büyülemişti. Sokağa çıktığımızda bu evi istediğimize karar vermiştik bile. Sibel her zaman olduğu gibi daha çok düşünmemiz gerektiğini söylüyordu, ama ben oldum bittim tez canlıyımdır. Üstelik Avrupa’da oturum da sağlayacak müstakil bir ev, hem de bu fiyata! Sırf söz verdiğimiz için dördüncü daireye de baktık. Yanlış hatırlamıyorsam 19 milyon forint isteniyordu. Gayet makuldu. J., yine de 16 milyon forintlik bir karşı teklifte bulunmamız gerektiğini söyledi. Teklif işini onlara bırakarak dört gün kalacağımız Budapeşte’ye doğru yola çıktık.
Neredeyse 1972 yılından beri defalarca Budapeşte’ye 20 kilometre kadar yaklaşmış olmama karşın, geride kalan 45 yılda denk getirip şehrin içine girme fırsatı bulamamıştım. Hem ev hikayesi hem bir uzun bekleyişin sona eriyor olması, akşam trafiğinde sonsuz uzunluktaymış gibi görünen Rakoczi bulvarında dura kalka ilerlememize rağmen neşemiz yerindeydi doğrusu. Şehre Peşte tarafından giriş yapmıştık ama airbnb’den tuttuğumuz ev Buda tarafındaydı. Tuna üzerinde en son yapılan ve en sevimsiz köprü Erzsébet’den karşıya geçtik, Gellért tepesinin yer aldığı büyük parka paralel tırmandık ve zirvede sola sapıp Sánc (Şans okunuyor) sokağına saptık.
Geniş bahçeli evlerin olduğu, arabayı rahatça park edebileceğiniz bir yerdi ki bunun ne büyük nimet olduğunu daha sonra anlayacaktık.
Yeni dünya düzeninde, bilmediğiniz bir şehirde bir ev kiraladığınızda, kapıyı açıp içeri girmek için kimseyle karşılaşmanız gerekmiyor. Tıpkı bir robot gibi uzaktan kumandayla idare ediliyorsunuz. Dış kapı şifresi, iç kapı anahtarının yeri (posta kutusu, paspas altı, saksı dibi). İşte kalacağınız yerdesiniz. Salonun bir kenarı boydan boya camdı ve şahane bir bahçeye bakıyordu. 60 metrekarelik sıfır daire. Bu kadar ucuz olmasının sebebi yeni kiralanmaya başlamış olmasıymış. Müşteri tutmaya çalışıyorlar.
Duş yaptık, yerleştik ve bir süredir Budapeşte’de yaşayan ve ortaokuldan beri görmediğim arkadaşım Sunahan’ın akşam yemeği davetine icabet etmek için yola koyulduk.
Suna’nın evi kentin yedinci bölgesinde ve o bölgenin de en turistik ve civcivli yeri olan Dohany sokağındaydı. Dışı seni yakar içi beni denilen türden bir bina. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Budapeşte’de binlercesi yapılan, ortası geniş avlulu ve dört yanı koridorlu, dört katlı bir binanın ikinci katı. Eskiden muazzam büyüklükte dairelermiş bunlar, hizmetçilerle filan maaile yaşanan yerler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet yönetiminde insanlara yer bulmak için eski ayları kırpıp kırpıp yıldız yapmışlar.
Şarap içip, geçmiş zamana bata çıka lafladık. Bir süre gazetecilik ve avukatlığı bir arada yürütmüş Suna, Rüya adlı bir kız yetiştirmiş. Uzun yıllardır gelip gidiyormuş Budapeşte’ye, sonunda birkaç yıl önce emekli olup bu daireyi almış ve ağırlığı Macaristan’a vermiş. Türkinfo diye Türkçe-Macarca yayın yapan bir internet gazetesinde ara ara yazılar yazıyormuş, Macarlara Türkçe, Türklere Macarca ders veriyor, burada ki kimi Türk öğrencilerle ilgileniyormuş.
Kapı girişindeki ufak bir masada duvara bakarak yemek yedik. Sonra salona geçtik. Tavanlar yüksek, çok yüksek, dolayısıyla bir asma kat imkanı var ve yatak orada. Caddeye bakan bir daire ve günün hiç değilse yarısında güneş alıyormuş. Yemek üstüne Macarların meşhur yarı-tatlı Tokai şarabından içtik. Yıllanmış bir örnekti. Nazım’ın bir şiirinde de geçermiş meğer, Suna şiirin o bölümünü bulup okudu.
Sat 23.00 gibi, 8E otobüsüyle şanslı dairemize döndük.