Yolculuk yazıları

29 Mart 2016

Zor uyandık. Hatta, Berliner Philharmoniker konseri olmasa, daha uzun süre yataktan çıkmazdık eminim. Çok mu yorulmuştuk dün, yoksa  nerdeyse bir ayı bulan yollarda olma yorgunluğu muydu? Bahar yorgunluğu da olabilirmiş. Her ne hal ise evden ayaklarımızı sürüyerek çıktık ama bir kere çıkınca toparlanması kolay oldu, ne de olsa idmanlıydık. Sibel baştan beri Berlin’deki etkinlikleri hem internetten hem de Tip Berlin dergisinden takip ediyor. Arada çıkıp bir takım galerilere, sergilere gidiyor. Meğer Berliner Philharmoniker, her salı günü – öğle saatinde halka açık, bedava konser veriyormuş. Kent halkının parasıyla kurulmuş bir orkestranın haftada bir gün de olsa onlara bedava konser vermesi, çok güzel hikaye. Giriş 1500 kişiyle sınırlı ve içeri girebilmek için hiç değilse konserden bir saat önce orada olmak gerekiyor. Biz de öyle yaptık ve Potsdamer Platz’daki binanın kapısından içeri girdik. Kapıda iki kadın ellerindeki ufak kovaların içindeki kırmızı plastik markaları dağıtıyorlardı. Markalar bittiğinde, kapılar kapanacaktı. Güya erken gelmiştik, oysa fuayeye girdiğimizde en kıymetli yerler olan merdiven basamakları çoktan tutulmuştu. 

Bir köşeye self servis bir tezgah da koymuşlardı, dileyen oradan yiyecek içecek alıyordu. Birer kahve içelim dedik ama Almanya’da birçok yerde olduğu gibi burada da kredi kartı geçmiyordu.  Üzerimizde sadece bozukluklar vardı. Kahve fiyatını öğrenip, kuruşlarımızı saymaya başladık. Sonunda parayı denkleştirmiştik. Bu arada kasadaki kız Türkmüş ve uzaktan bizi izliyormuş. Elimizde kahvelerle kasaya geldiğimizde “Çaktırmadan ilerleyin” dedi ve bize iki kahve ısmarlamış oldu. Paramız çıkmıştı oysa, ama ödemeye kalkmak yaptığı kıyağı geri çevirmek olacaktı. Biz de sesimizi çıkarmadık. 

Salonda gerçekleştirilen bir konser değil bu. Geniş fuayeye portatif bir sahne kurmuşlar. Onun etrafındaki sandalyeler sakatlara ve çok yaşlılara ayrılmış. Bir saatlik program sona erince ben tekrar Kreuzberg’deki İş Bankası’nın yolunu tuttum. Öbür gün kentten ayrılıyoruz ve ev kirasını ödemek için nakite ihtiyacımız var. Niyetim Münih’te ödemekten kaçındığım 25 avroyu verip hesabımdan bin avro almaktı. Ama Berlin’de bu da mümkün olmadı. Buradaki banka, benim ana hesabıma bağlı döviz hesaplarıma ulaşamıyormuş. Tam bir yılan hikayesi sizin anlayacağınız.

Yola çıkmadan önce İstanbul’daki şubeme uğrayıp, müşteri temsilcisiyle görüşüp, bu işlerin nasıl olacağını sormamış olsam, bütün sorumluluğu üstüme alacağım. Yine de döviz hesap numaramın yazılı olduğu defteri İstanbul’da unutarak kendimi bu deli gömleğinin içine sokan bendim sonuçta. Ya da çek paranın tamamını, koy cebine yürü. Dede düsturunu uygulamadığıma bin pişmandım. Sonuçta param oracıkta durmasına rağmen, kredi kartından nakit avans çekmek zorunda kaldım. Böylece yolda risk almayayım derken, banka tarafından soyulmuş oldum. Ama zaten bankaya para yatırdığım anda bunu baştan kabul etmiş değil miydim?

Akşam evin yakınlarında, daha önceden gözümüze kestirdiğimiz bir Yunan tavernasına gittik. Tam köşede, nefis bir bina. Müşterilerin tamamı Almandı bira içiyor, ya da şarapla makarna yiyorlardı. 

Önce dalga geçtim, Yunan lokantasında bunlar mı yenir, diye söylendim. Haksız değillermiş. Ne yediysek kötüydü. Feta fena değildi, cacığı ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Hele bir Yunan salatası getirdiler evlere şenlik. Bir tek o bol sakız aromalı Plomari uzo vardı, onu da küçük kadehlerde servis ediyorlardı. Şişeyi istediğimde garson, “Bu elimizdeki tek şişe” dedi. Sırf burası da değil, genel olarak Berlin’de yemek işi tatsız. Kuzeye çıktıkça hep aynı dert var Avrupa’da. Büyük şehirlerde bir sürü etnik mutfak bulabiliyorsunuz güya, ama çoğu aslının uzak ve silik kopyası. Zaten orijinalini talep edecek bir bilgi de yok ortada.