Sıkı bir kahvaltıdan sonra yola çıktık ve bir saat gittikten sonra Regensburg’da durduk. Olağanüstü bir Orta Çağ kasabası daha. Burası Passau’yu da gölgede bıraktı. Yüz kuleli bu muhteşem gotik ve romanesk şehir, 500 yıl önce Kutsal Roma İmparatorluğu’nun merkezlerinden biriymiş. Biraz dolaşınca zenginliğin paçalardan aktığını görebiliyorsunuz. Hepsi butik dükkanlar, Orta Çağ mimarisinin en güzel, en bakımlı örnekleri. Dükkan tabelalarına kadar her şey bir estetik kaygının hizmetinde. Çok büyük ve çarpıcı bir katedrali var, girip ikonları, eski bakış açısına göre yapılmış tarihi pozlardan oluşan tabloları, çarmıha gerilmiş İsa’yı filan gördük. Sibel iki mum yaktı hep yaptığı gibi.
“Regensburg kendi şehir devletlerine aşık olanların vatanıdır” diye yazmıştı Claudio Magris. Bu tutku kesintisiz sürüyor. İstanbul’un nasıl Reşat Ekrem Koçu’su varsa, Regensburg’un da Karl Bauer’i var. Öğretmen olan bu yerel tarihçi 1953’ten başlayarak 2002 yılındaki ölümüne kadar şehrin sokaklarının, sanatının, kültürünün ve gündelik hayatının dökümünü ortaya çıkartmış. Sürekli yeniden basılan kitap yazar ölene kadar eklemelerle zenginleştirilmiş. Kentin önemli anıtlarından biri. Böyle insanlara sevgimiz sonsuz, geçerken adını anmak istedim.
Adını anmamız gereken bir diğer isim burada doğmasa da burada ölen modern astronominin kurucusu Johannes Kepler (1571-1630). Biraz evvel kilisedeki tablolarda, ikonalarda gördüğümüz, ta eski Yunan’dan gelen ve Orta Çağ’da da süregiden, “aşkın pozlar”a dayanan zaman anlayışını ve bakış açısını yıkan adam. Basitçe, bir ipin ucuna bir bilye bağlayıp çevirmiş ve şu sonuca varmış, bütün bu hareket içinde ayrıcalıklı bir an yoktur, “aşkın pozlar” yoktur. Bütün anlar eşit önemdedir. Rönesansın başlangıç noktalarından biri bu. O kadar yıl okullarda Kepler’in önemini anlatıp durdular ama Ulus Baker okuyana kadar, nedenini anlayamamıştım.
Pazar günü olmasa Regensburg dükkanları içinde yitip giderdik büyük olasılıkla. Bir seramikçide çok güzel bir kuş beğendik, ama adam dükkanı kapatmak üzereydi, belli ki pazar günü özel bir iş için uğramış. Satış yapmadı. Dolaşmayı sürdürdük, kentin gurur kaynağı taş köprüden geçtik, Tuna kıyısındaki evlere baktık ve sonra nehir kenarına indik. Suyun debisi bu noktada inanılmaz güçte, insanın kulaklarını sağır edecek bir gürültü çıkartıyor. Sibel cep telefonuyla video çekerek, niye aynı suda iki kez yıkanamayacağımızı bir kez daha belgeledi. Budapeşte’de çoğunlukla bulanık akan nehir Passau’da ve Regensburg’da pırıl pırıl. İleride bir kalabalık vardı. Nehir kenarında çimenlik alanda bir sosisçi dükkanı. Bir sürü insan masalara çökmüş sosisli yiyip bira içiyorlar, kimileri çocuklarıyla birlikte uçurtma uçuruyor. Aralarına karıştık. Şahane fıçı bira, sauerkraut (Alman usulü lahana turşusu), baharatlı sosisler. Yanındaki kimyonlu brötchen’ler de (küçük ekmek, ekmekçik) tek kelimeyle enfesti.
Alman otoyolunun da Almanlar gibi kendine has bir disiplini var. 190 kilometreyle konvoy halinde seyrederken bir uyarı yazısı üzerine herkes önce 80 sonra 20 kilometreye düşebiliyor ve bir müddet sonra aynı eylem tam ters yönde gerçekleşiyor. Kusursuz bir sürü refleksi. Nürnberg üzerinden geçip, Heilbronn’a doğru devam ettik. Saat 14.00 civarıydı ve Sibel cep telefonundan akşam konaklamayı planladığımız Strazburg’da bir yer bakınmaya başlamıştı ki, trafik bir iki tıknefesten sonra tamamen durdu. Ormanlık bir alandan geçiyorduk ve göründüğü kadarıyla epey uzaktaki viraja kadar iki şeritli yol araç doluydu. Bir süre herkes motorlar çalışır vaziyette bekledi. Sonra tek tek kontak kapatmaya başladık ve otel aramayı bıraktık.
Camları, hatta kapıları da açmıştık ama asfalttan yükselen ısı dayanılır gibi değildi, yeniden motoru çalıştırıp, klimanın suni havasına sığındık. Durduk yerde benzin harcamak bir yana, arada ayaklarımızı açmak için dışarı çıktığımızda giderek bir egzoz dumanının içine battığımızı fark ediyorduk. Böyle durumlarda insan, görüş açısındaki diğer arabaları gözlüyor haliyle. Onlar ne yapıyorlar, nasıl insanlar, acaba birinde bir haber var mıdır? Boşlukta asılı kalmış halde beklemek, dayanılması en zor şeylerden biri.
Yanımızdaki arabadan iki oğlan inip sigara içmeye başladılar. Alman olmadıkları kesindi. Bir iki kaş göz işaretinden sonra, Almanca ve İngilizce kelimelerle anlaşmaya çalıştığımızda, Yunanlı oldukları ortaya çıktı. Şoför Selanik’tenmiş. Benim Türk olduğumu anlayınca, asıllarının Trabzon’a dayandığını söyledi. “Pontus mu?” dedim. Güldü. Karlsruhe’de binaların temizliğini yapan bir firmada kaçak işçi olarak çalışıyormuş. “Haftada yedi gün çalışıyorum” dedi. Karısı ve küçük çocuğu varmış. Selanik’ten, aile ziyaretinden dönüyormuş. “Bu akşam bile çalışacaktım ama” deyip, eliyle kuyruğu gösterdi.
Kısa sürede anlaşmamızda, onların hemen önündeki arabadan inen 40’lı yaşlarındaki Alman kadının da payı vardı. O, Selanikli’yle kafa göz yararak da olsa Almanca konuşuyor, arada anlamadıklarımızı İngilizceye çeviriyordu. Kadın, hemen iki kilometre ötedeki köyde yaşıyormuş. “İlk sapaktan dönecektim” dedi şanssızlığına hayıflanarak. Biraz daha lafladıktan sonra arabasına, radyodan bu tıkanıklığın sebebini öğrenip öğrenemeyeceğine bakmaya gitti.
Selanikli şoförün arkadaşı da Yunanlıydı ve komik bir adamdı. Almanca unfall (kaza) kelimesi dışında bir şey bilmiyordu neredeyse, ama benimle uzun uzun konuştu; yolun banko kaza yüzünden durduğunu, daha önce Dortmund civarında böyle bir şeyle karşılaştığını, tam dört saat beklediklerini anlattı. Almanların kaza olduktan sonra yolu açmak yerine polisi beklediklerini anlattı. O sırada arabasında yaşlı bir adam ve küçük bir çocuk bulunduğunu ve o da Yunanlı olduğundan, arabayı ters döndürüp oradan çıkmaya çalıştığını anlattı. Bu sırada polisin gelip şarladığını, onun da yaşlı adamı ve küçük çocuğu göstererek basıp gittiğini anlattı. Bütün bunları nasıl anlattığını hala bilmiyorum. Hatta hızını alamayıp, herkesin arabasını olduğu yerde bırakıp gitmesi gerektiğini, bakalım polisin o zaman ne halt edeceğini de bir eylem planı olarak önerdi. O sırada Alman kadın arabasından çıktı ve kızıyla telefonda konuştuğunu, onun internetten öğrendiğine göre kavşakta kaza olduğunu ve kuyruğun şimdiden on kilometreyi bulduğunu söyledi.
Hiç değilse ne olduğunu öğrenmiştik, her ne kadar hiçbir işimize yaramasada. Tam da öyle denemez belki, çünkü sebep öğrenildikten sonra muhabbet bitti ve herkes kendi küçük dünyasına çekildi. Bu arada yeni yol yapımı için kenarda açılmış boş alanda, bir takım gençler toplanıp hokey oynamaya başlamışlardı. Bazıları da arabalarından inmiş, kaza yerini görebilme umuduyla ilerleyen bir konvoy oluşturmuşlardı.
Bir süre sonra Alman kadın yeni haberlerle döndü. İki saati çoktan geride bırakmış, durumu kanıksamaya başlamıştı ki, mucizevi bir biçimde konvoy hareket etmeye başladı. Vedalaşıp arabalarımıza koştuk. Bizim sıra biraz daha hızlı ilerliyordu. Önce Yunanlıların yanından geçtik el sallayarak, sonra Alman kadının arabasını geride bıraktık.
Kazanın olduğu kavşaktan geçerken polis arabası dışında hiçbir şey görmedik. Kazaya karışan araçlar çoktan kaldırılmıştı ve caddede ilaç için bir cam kırığı tanesi yoktu. Strazburg çoktan bir ihtimal olmaktan çıkmıştı. Yunanlıların kalmamızı tavsiye ettikleri Manheim neredeyse Türk kentiymiş. Karlsruhe’de ise hiçbir şey yokmuş söylediklerine göre. En iyi seçenek üniversite kenti Heidelberg gibi görünüyordu. Yine de sınıra biraz daha yakın olduğu için hiçlik diyarı Karlsruhe’yi seçtik. Zaten oraya vardığımızda bir yer bulmak ve yemek yiyip yatmak dışında bir şey yapmaya zaman olmayacaktı.
Güzel binalar ve parklar, bol miktarda gece bisikletçisi, tramvay ve metro yapımı için kazılmış ana arterler. Bir pizzacının bahçesine oturduk. Dört yanımız şakır şakır Almanca konuşan Afrikalılarla doluydu.