Yolculuk yazıları

3 Mart 2016

Kaldığımız otelin biraz ilerisinde nefis börekler yapan bir dükkan var. Hemen yanında ise envai çeşit kahvesi ve kocaman makineleri olan yeni bir kahveci açılmış. Doğrudan otel müşterilerini tavlamaya yönelik bir hamle, çünkü Anatolia’nın kahvaltısı… Her neyse. Ben börek peşindeyim, diğerleri ise bıraksan bütün sabahı kahvecide geçirecekler. 

Kahvaltı faslından sonra Kırlar Mahallesine gitmek için arabanın başına geldiğimizde, ön cama iliştirilmiş bir Striptiz Kulübü ilanı bulduk. “Ünlü porno starlarını misafir eden” Fever Club potansiyel müşterilerine İngilizce, Yunanca ve Türkçe olmak üzere üç dilde sesleniyordu. Türkçe slogan şöyleydi: “Duygularınızı Sesliyor!”

O an bir geyiğin içine doğru sürükleneceğimiz belliydi, öyle de oldu. Kırlar Mahallesi’nde arabayı park edip,  “zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış” deyişinde olduğu gibi, fantastik villaları temaşa etmek için turladığımız günün ilk yarısı boyunca, Fever Club’ün hayaletinden kurtulamadık.

Yeni Camii

Ana caddede bir müddet gidip geldikten sonra, Sabetayist Ahmed Kapancı’nın yaptırdığı Yeni Cami’yi aramak için ara sokaklara daldık. Varsıllıkla yoksulluğun dip dibe yaşandığı kentlerden Selanik. Caddedeki villaların görkemi bu arka sokaklardan bağımsız düşünülemez ve nereye giderseniz gidin,  yoksulluğun insanı hemen çarpan bir dokusu ve kokusu oluyor. Cami bu kez açıktı. Tabii artık Arkeolojik Eserler Müzesi gibi bir resmi adı var. İçeride oyuncaklı bir fotoğraf sergisi vardı. Arka bahçedeki  bir taşın üzerine oyulmuş insan figürlerine takıldım daha çok. Bir de dışarıda caminin duvarına monte edilmiş güneş saatine. 

Dinlenmek için otele döndük. Öğleden sonra herkesin kendi yoluna gitmesi konusunda anlaşmıştık. Saat 4 civarı haberleşecek ve Aristoteles Meydanı civarında buluşacaktık. Ben üstüme daha hafif bir şeyler alıp, sıcaklık bunaltıcıydı çünkü, kendimi derhal sokağa attım. 

Egnatia’yı geçtim sol koldan. Birkaç yeni kahve ve bar ilişti gözüme, onun dışında büyük bir değişiklik yok gibiydi. Tabii trafiği saymazsak. Caddede metro için kazılara başlamışlar, trafik tam bir keşmekeş. İyi ki şehrin merkezinde bir otel tutmamışız. Eskiden bildiğim ara sokaklardan yürüdüm. Kimi antikacılara uğrayıp eskiler baktım. Rotondo’nun biraz ilerisinde sahile doğru giderken bildiğim bir ikinci el plakçı vardı. Louis Malle’in yönettiği 1958 yapımı “Ascenseur pour L’échafaud”un ( (Ölüm Asansörü) bir LP’sini bulup aldım. Miles Davis’in müziği eşliğinde, karanlık Paris sokaklarında gezinip sevgilisini arayan Jeanne Moreau’nun görüntüsü hala aklımdaydı. Benim bu plakla ilgilenmem, dükkanın sahibinin de benimle ilgilenmesine yol açtı. Başka caz plakları önerdi. Oradan buradan laflarken İstanbul’dan geldiğimi öğrenince, oturmam için yer gösterdi. Eski bir atletmiş ve İstanbul Avrasya Maratonu’nda koşmuş. Şehri ne kadar müthiş bulduğunu anlattı uzun uzun. Bu yıl yine gelmek istiyormuş. Gelirse aramasını söyledim. Telefon numaralarımızı alıp verdik. Elimde bir  Miles Davis LP’si ile sokakta buldum kendimi. Eski Roma kalıntılarının olduğu meydanın köşesinde birileri devasa bir mangalı yakmaya çalışıyorlardı. Otelden çıktığımdan beri gördüğüm bu kaçıncı mangal hikayesiydi hatırlamıyorum. Ama ilk kez orada Yunanlılar da mı kafayı  şehrin her tarafında mangal yakmakla bozdular- diye düşündüğümü hatırlıyorum. 

Sonra Tsimiski caddesine doğru Aristoteles Meydanı’na doğru ilerledim. Buluşma saatimiz yaklaşıyordu.  Meydanda bütünüyle beyaz kıyafetler içinde, zürafa kadar uzun iki adam, yüzlerindeki beyaz masklarla kıpırtısız duruyorlardı. Etraflarına epey bir seyirci birikmişti. Biraz ileride bir caz grubunun etrafında da hatırı sayılır bir kalabalık vardı ve pazarın olduğu yere giden ara sokaktan başka gürültüler ve kesif bir et kokusu geliyordu. O sırada Sibel aradı ve eskiden öğle yemeği için gittiğimiz pasajın içindeki sulu yemek lokantasında buluşmayı önerdi. Seslerin geldiği sokağa sapmamla, ellerinde içki şişeleri dans eden insanların arasına düşmem bir oldu. Kesif bir mangal dumanı daha öteleri görmeme engel oluyordu. Alelacele birkaç fotoğraf çekip trompet, saksafon ve insan çığlıklarından oluşan kalabalığı yararak pasajın kapısından içeri süzüldüm. İçeride de neredeyse bütün masalar doluydu. Dükkanın bir cep yapan köşesindeki en dip masada boş bir yer vardı. Cabiria Nights, La Strada, Dolce Vita, Metropolis, La Notte afişlerinin olduğu duvara karşı oturdum ve yarım litre kırmızı şarap söyledim. 

Sibel geldiğinde ikimiz de birbirimize ne olmakta olduğunu sorduk. Hiç bir fikrimiz yoktu. Garson kız menüyle geldi ve başlangıçlar içinden bir tercihte bulunabileceğimizi söyledi. Ana yemek olarak ise sadece et varmış. Nihayet merakımızı giderecek biri vardı karşımızda: Neden?

“Çünkü” dedi kız gülümseyerek “Bugün Apukuryanın son günü. Bundan sonra 40 gün boyunca kimse et yemeyecek.” Şarabı yeniledik, souvlaki ve Yunan salatası söyledik. 

O zaman hatırladım, Sermet Muhtar Alus’ta ve sonu karakolda biten bir Ahmet Rasim hikayesinde okuduğum panayırdı bu. Tatavla’da başlar ve Beyoğlu’nda son bulurmuş. Son günlerinde yüzleri maskeli, boyalı kadınlı-erkekli gruplar yiye içe dolaşırlarmış şehirde. Tarihsel olarak Dionyisos şenliklerinin bir uzantısı. 

Selanik limanı

İsmail ve Eray’la, şimdinin modern sanat mekanları olan eski dokların orada buluştuğumuzda, onları da şaşkınlıktan ağızları bir karış açık almış halde bulduk. Burası tenhaydı. Bizim gibi bir iki turist ve et kokusundan sıtkı sıyrılmış, güzel havada kediler gibi ıssız bir köşe aramaya çıkmış genç çiftler vardı. Kah ufka bakarak, kah kenti seyrederek, bir oraya bir buraya dönerek, tahta banklar üzerinde yarım saatten fazla uzanmış olmalıyız. Daha da sürerdi eminim. Hatta belki bir iki şişe şarap eşliğinde de devam edebilirdik. Ama hava, şaşırtıcı bir hızla lodostan poyraza döndü ve birkaç dakika içinde titremeye başlamıştık. 

Üstümüzü giyinmek için otele döndük ve bir daha çıkamadık. Sokakta gerçeği yaşanırken ben yatağa uzanmış tabletten karnaval tarihi okuyordum. Oku oku, kökeninin Deliler Bayramı olduğunu anladım. Başlangıçta kiliselerde yapılıyormuş ve kilise ritüelleri ve simgelerinin grotesk aşağılaması üzerine kuruluymuş. Sunakta yiyip içmeler, kilisenin dört bir yanında düzenlenen seks alemleri gibi. Eski dünyanın basıncı alma düzenekleri olağanüstüymüş. Ortaçağ’da kiliselerde yasaklanınca, sokaklara, meyhanelere savrulmuş. Özetle gündelik hayattaki her şeyin tersyüz edildiği birkaç günlük bir zıvanadan çıkma, her şeyi sarakaya alma, değerleri kırıp geçirme, bir toplumsal mastürbasyondan söz ediyoruz. İstanbul’da 1950’lerde yasaklanmış ve bir daha yapılmamış. 

Penisadamlar

Tabii şimdi gördüğümüz geçmişin soluk bir yansımasıydı olsa olsa. Yunanlılar ortodoks mortodoks da olsalar kilisenin öyle bir gücü yok artık, seküler bir hayat süren insanlardan söz ediyoruz. Her şey hercümerc oldu ve olmaya da devam edecek gibi gözüküyor. O yüzden akşam dışarı çıktığımızda, üç aşağı beş yukarı uslanmış-uslandırılmış bir karnavalla karşılacağımızı öngörüyordum. Yine de  karnaval cahili bizler için az buz şey olmasa gerekti. 

Akşam Ladadika’ya doğru yürürken sokaklardaki mangal sayısı bir hayli azalmıştı, kalabalık da öyle ama öğlenden kalma başka tipler çıkmıştı ortaya. Kafasından aşağı yeşil kadın külotlu çorabı giyerek dolaşan adamlar, şeytan boynuzlu şapkalarla gezinenler, envai çeşit masklar ve penisadamlar. Ladadika tıpkı bir fırtınada, fırtınanın gözü denilen yer gibi, çevredeki curcunadan hiç etkilenmemiş gibi sakindi. Gördüklerimizden sersemlemiş ve coşmuş haldeydik. Yemek için erkendi daha. Öyleyse bir barın önüne oturup bira içerek gelip geçeni seyredebilirdik. Biralarla birlikte içinde dört parça souvlaki’nin olduğu bir tabak da kondu masaya, günün mana ve önemine binaen. Onları pişiren adam da birkaç metre ilerimizde duruyormuş meğer. Dumanlar arasında belirip kaybolan bir korsan. Yüzünü siyaha boyamıştı, açık renk kolsuz tişörtü ve omzuna tünemiş plastik papağanıyla ha baba de baba şiş pişirip duruyordu. 

Ortama ayak uydurma çabaları

Sanırım o korsan bardağı taşıran damla oldu. Kimse itiraf etmese de kendimizi çıplak hissediyorduk. İlk hamle Eray’dan geldi, siyah uzun şalını kafasından sarkıtıp bir bereyle sıkıştırdı, güneş gözlüklerini taktı ve göz açıp kapayana kadar bir Filistin Kurtuluş Örgütü militanına dönüştü. Sibel kırmızı fularıyla başına bir Eva Green dolaması yaptı. Eray bu sırada, bulduğu bir sabit kalemle İsmail’e kedi bıyıkları çiziyordu, o işi bitirince Sibel’in alnına Hint işi bir nokta kondurdu. Giderek hedef tahtasına oturduğumun farkındaydım. Çantasından çıkardığı bir fuları kafama bağladı. Bu arada birkaç bira götürmüştük ayıptır söylemesi ve saat 10’u geçmişti. Yani artık yemeğe gidebilirdik. 

Bütün bu zaman zarfında tam karşımızdaki tavernada akvaryumdaki balıkları andıran üç yaşlı adam  bomboş mekanda oturmuş, içiyorlardı. Ciddi adamlardı. Buradan bakınca bir hayli komik görünüyorlardı. Hesabı ödeyip kalktık ve meydana doğru ilerledik. Burada ortalık ana baba günüydü. Müthiş bir kıyafet ve mask çeşitliliği vardı. Adım atmak mümkün değildi, ancak kalabalığın yılankavi hareketiyle sürüklenebiliyorduk. Daha bir saat önce kimsecikler olmayan tavernalarda yer bulmanın imkanı yoktu. Bir yerde yanlış yaptığımızı anlıyorduk ama kimse dillendirmiyordu. Arkadaki daha ufak meydana sürüklendik bir süre sonra. Burada daha kalın restoranlar ve ağır siklet abiler ve ablalar vardı. Ne maske takmışlardı ne de kılık kıyafet değiştirmişlerdi. Büyük ihtimalle onların maskesi, gecenin bütün maskelerinden daha kalın ve uzun ömürlüydü. İçinde bir iki boş masa olan bu kalantor tavernalarından birine yöneldik çaresiz ve hemen girişte duran orta yaşın biraz üzerindeki kadına yer olup olmadığını sorduk. Kadının maskesi yorgun ve tanıdıktı. Bir maskenin bu kadar kendini ele verdiğini görmek içini burkuyordu insanın. Benim kafamdaki korsan bağı mı, yoksa İsmail’in kedi bıyıkları mı, belki de “cüretimizdi” kadını suskunluğa gark eden. Yer yok derkenki kovma arzusu, fark edilmeyecek gibi değildi. Bu arada hafiften bir ahmak ıslatan da başlamıştı ve giderek şiddetini arttıracağa benziyordu.

Taverna Bazagiazi

Aristoteles Meydanı’na doğru ite kaka yol açmaya çalışırken, öğlen yediğimiz pasajdaki lokantanın girişinde bulduk kendimizi. Pasajın içi tıklım tıkış doluydu. Gündüzki lokanta da öyle. Çıkarken kapıda oturan adam beni durdurdu ve kaç kişi olduğumuz sordu. Sonra bizi peşine takıp, en dipte merdiven altındaki girintiye yerleştirilmiş, sekiz kişinin rahatlıkla oturabileceği bir yuvarlak masaya buyur etti. Mal bulmuş mağribi gibi çöktük ve servis yapılmasını beklerken peçetedeki yazıyı sökmeye çalıştık: Taverna Bazagiazi!

Tam tepemizde, göremediğimiz bir noktaya ufak ama sinir bozucu bir kolon yerleştirmişlerdi. Kavala’daki teknoya bile rahmet okutacak ses, öyle inanılmaz bir gürültü çıkartıyordu ki, beş dakika oturduktan sonra sanki boş masayı bulduğumuzda dünyalar bizim olmamış gibi, ileri geri söylenmeye ve çaktırmadan tüymenin hesaplarını yapmaya başlamıştık. Bu tam da minyon, kızıl saçlı garson kızın masamıza teşrif ettiği andı. Gün içinde en azından 150 masaya filan bakmış olmalıydı ve halen ilgilendiği on civarında masadan biriydik herhalde, yine de Yunanca mönüden bir şey anlamadığımızı söylediğimizde, elinde menü, bize top sahası gibi gelen o masanın üzerine uzandı, – yattı diye düşünmeme ramak kalmış bir uzanmaydı bu- ve Türkçe-İngilizce’yle harmanlanmış bir dille, tek tek menüdekileri anlatmaya başladı. Sanki sonsuz bir zamanın sırrına vakıf olmuş gibi geldi bana, öyle ki bir süre sonra onun adına ben telaşlanmaya başladım. Ama belki de böyle bir molaya ihtiyacı vardı tam da o anda. Yıkılmadan önceki son gülümsemeydi bu. Zira daha sonra, İsmail kül tablası istediğinde, dudaklarında uzak bir gülümsemeyle boş pet şişeyi işaret etti ve ben yeni bir şişe su almak izin bizatihi lokantaya gittiğimde, tere batmış genç bir oğlan elime bir şişe tutuşturdu ve hangi masaya aldığımı sorma zahmetine bile katlanmadı. Bir tür otomatik portakala dönüşmüşlerdi ya da sadece hayatta kalmaya çalışıyorlardı.

Yemeklerimiz bittiğinde saat geceyarısını vuralı bir hayli olmuştu. Gerçek Yunanlılara dönmüştük sonunda. Ama artık otelimize gidip yatmak istiyorduk. Yarın uzun bir yol vardı önümüzde. Kızıl saçlı neden sonra masamıza geldiğinde, büyük bir samimiyetle “Evinize gidin artık,” dedi. “Ben de gidip uzanmak istiyorum.” Hiç şansı yoktu oysa. Biz çıkarken o, lokantanın iç bölümünde, henüz gelmiş bir masanın siparişlerini almakla meşguldü.