Kalktık, kahvaltı ettik, ev sahiplerini yolcu edip yeniden yattık. Kıpırdayacak halimiz kalmamış. Her gün ortalama sekiz-on saat dolaşmak, arabayla yol gitmek… Bugün yola çıkışımızın 34. günü. Berlin’de yeterince dinlenebildiğimizi düşünüyorduk, ama Prag sonrası Viyana pek de fazla enerjimizin kalmadığını gösterdi.
Yine de öğleden sonra çıktık. Hemen arka sokağımızda, sanatçısının ismiyle anılan kentin ünlü binalarından Hundertwasserhaus varmış, gidip ona baktık. Gaudi’nin Casa Batllo’sundan sonra bana çok fazla bir şey ifade etmedi. Biraz yürüyüp tramvay durağına geldik. Meğer yanlış tarafta bekliyormuşuz. Türkçe konuştuğumuzu duyan bir adam, kendiliğinden nereye gitmek istediğimizi sordu ve 1 numaralı tramvaya binmemiz gerektiğini söyledi. Daha beş ay önce gelmiş Türkiye’den. Ancak işten eve, evden işe gitmeyi öğrenebilmiş. Ne için gelmiş? Bunu sormaya fırsat bulamadım çünkü karşıdan bizim tramvayımız geliyordu, koşarak uzaklaştık. Tramvayı yakaladık ama içerdeki bilet makinasında bir sorun vardı. Vatman, “Türk müsünüz?” diye sordu. Türkçe sordu. Evet, dedik. Bilet adam başı 2.30 avroymuş ve makine için bozuk para gerekiyormuş. O kadar bozuğumuz çıkmaz diyip, ilk durakta indik. Bir taksiye binelim bari dedik ama ortada taksi yoktu. O arada bütün bozukluklarımızı döktük avucumuza, yeteri kadar varmış.
Museumsquartier’e (Müzeler Bölgesi) geldik. Kocaman bir alan, Bisiklete binenler, güneşlenenler, kaykay yapanlar… Leopold Müzesi’nde Klimt ve Kokoschka ağırlıklı bir sergi vardı. Onu hemen pas geçtik. Bir köşeye oturup uzun uzun 2001 yılında açılmış MUMOK’un (Modern Sanat Müzesi), cephesi bütünüyle bazalt taşlarıyla kaplı, ilham verici binasını seyrettik. 41 metre yüksekliğinde bir kaya kütlesini getirip şehrin ortasına bırakmışlar gibi duruyordu. Yerin altında iki ve üstündeki üç katta toplam on bin çağdaş sanat eseri sergileniyormuş. Uzun uzun baktık ama içeri girecek gücü toplayamadık bir türlü. Nasıl olsa yine geliriz Viyana’ya diye avuttuk kendimizi ve güzel eski bir kahve bulmak için yola koyulduk.
Sanki buralar bizden sorulurmuş gibi, harita falan olmaksızın ara sokaklara vurduk kendimizi. Pazar günü belli ki şehrin tenha bir bölgesinde kaybolmuştuk. Ara sıra bir takım kafeler görüyorduk ama aradığımız onlar değildi. Bir saat kadar yürüdükten sonra Naschmarkt’ın ölüm sessizliğine vardık. Tam karşı köşede Cafe Museum vardı. Kahve ve garsonlar eski olmasına eskiydi ama belli ki içerisi yeni döşenmişti. Cart kırmızı kanapeler can yakıyordu. Kahve ve Apfelstrudel söyledik. Viyana’nın eski kahveleri, içine girip yayılabileceğiniz, saatlerce gazeteleri karıştırıp, kitabınızı okuyabileceğiniz, yazı yazabileceğiniz mekanlardı. Ama her şey gibi onlar da değişiyor tabii. Thomas Bernhard’la yapılmış bir söyleşide okumuştum. 35 yıldır gittiği kahvede, insanlar gelip çeşitli sorular sorarak rahatsız etmeye başlamışlar onu. Bir süre sonra tartışma çıkmış. Bernard bir süre uğramamış kahveye. Söylediğine göre bu arada garsonlar “Artık ondan kurtulduk, bir daha gelmez herhalde” diye seviniyorlarmış. Benzer bir şey Balıkpazarı meyhanelerinde Cihat Burak’a da reva görülmüştü. Sibel bu arada internetten haritaya bakıyordu, meğer son bir saattir aradığımız Birinci Viyana’yla alakasız yerlerde dolaşıp duruyormuşuz.
Oraya gittik. Bütün eski kahveler oracıkta duruyorlardı. Güzelim binaların alt katları mağaza vitrinleri tarafından ele geçirilmişti. Ortalık insan kaynıyordu. Bir akıntıya kapılarak 1147’de inşa edilmiş olan Stephansdom’dan (Aziz Stefan Katedrali) içeri girdik. Çok büyük, çok süslü, çok kokoş.
Kalabalıktan uzaklaşmak için yeniden ara sokaklara daldık. Daracık bir pasajda 1905’ten kalma bir lokanta vardı. Şahane gözüküyordu ama akşam yemeğe davetliydik. Biraz daha dolaşınca mağara kovuğu gibi bir şarapçı bulup, oturduk. Masalardaki kocaman kaselerde ağzına kadar dolu kabuklu fıstık kavanozları duruyordu. Beyaz şarap fıstık, füme et, peynir, zeytin, ekmek… İçerisi ana rahmi gibiydi.
Dönüşte, arp çalan kadın, çocuk çığlıkları, faytonlar ve at nalı şakırtılarının birbirine karıştığı Sissi’nin sarayının avlusundan geçtik. 1 numaralı tramvayla eve dönerken, parklardan birinde toplanmış yüzlerce bisikletli gördük. Bugün kentte bisiklet bayramı kutlanıyormuş.
Akşam yemeğinde, cilalı ama kof bir Viyana lokantası. Şehrin kalburüstü yerlerindenmiş güya. Orada görünmenin önemli sayıldığı yerlerden, öyle anladım. Sadece yemekler kötü değil, garsonlar da boşboğaz ve ukalaydı.