Yolculuk yazıları

30 Ağustos

Banyoya girince karşıda neredeyse tavana kadar yekpare bir cam var ve doğrudan bahçeye bakıyor. Karşıdaki apartmanla arasındaki tek seperasyon etekleri yeri süpüren mavi sedir. Fi tarihinde Amsterdam’da, hastaneden otele dönüştürülmüş bir binada kalmıştık. Orada da oda içindeki tuvalet ve banyo şeffaf bir camla bölünmüştü. Sıfır mahremiyet. Roma hikayesine dönüş gibi. Belki yakında minderlere uzanarak yemek yemek de moda olur. 

Şehre yürüyerek indik. Tepeden aşağı vurup köprüyü geçtik. İlk gördüğümüz metro durağından içeri girip otomattan 72 saatlik ulaşım kartlarımızı aldık, artık istediğimiz her yere gidebiliriz, çünkü Budapeşte bir toplu taşıma cenneti hem de çok ucuza: Tramvay, troleybüs, otobüs, metro, tren ne ararsan var ve Alman dakikliği ile işliyor. 

Tuna boyunca gidip gelen iki numaralı, iki vagonlu sarı tramvayla Aslanlı Köprü tarafına gittik. Son durakta inip biraz etrafı seyrettikten sonra, aynı tramvayla bu kez tam ters istikamette Gotik Parlemento binasının olduğu meydana geldik. Turist olmak zor zanaat. 

Kenti çeşitli bölgelere ayırıp numaralandırmışlar. Parlemento ve civarı  5. bölge. Ofislerle dolu, görkemli antikacılar, paralı turistler. Bütün restoranların önü dışarı attıkları masalarla doluydu ve insanlar yiyip içiyorlardı. Peşte’de 19. yüzyıl sonunda Viyana’ya yetişme telaşıyla büyük bir inşaat faaliyetine girişilmiş ve dönemin alameti farikası apartmanlardan yüzlerce, binlerce yapılmış. Dolaşırken o kadar çok eski bina görüyorsunuz ki bir süre sonra kanıksıyor insan. Oysa hakikaten çok güzel, sıra dışı örnekler var. Sadece binalar da değil kapılar, üzerlerindeki demir işçilikler, süslemeler. 

Yarı güneş yarı gölgeli bir masada oturup bir şeyler yiyip-içtik: Strudel, salata, bira. 

Sonra ara sokaklardan yürüyerek 7. bölgeye vardık. Museum Quarter’in oradaki sahaflara girip çıktık. Bir-iki laundry bakındık, malum kirliler birikiyor ve kaldığımız evde çamaşır makinesi yok. Epey taban tepmişiz. Dohany sokağının başında Avrupa’nın en büyük sinagogunun olduğu köşeye gelince, karşısındaki Skál barın dış masalarından birine kurulup, Endülüs tarzı bu görkemli yapıyı seyrettik. Bu bölgede eskiden yoğun Yahudi nüfusu varmış. Enerjimizi toplayınca ara sokaklarda dolaştık. Szimpla Kert’ten içeri girdik. Kaleydoskop’tan bakmaya benziyordu. U şeklinde bir apartman, ortada üstü kapalı bir avlu, alt ve üst katlar barlarla dolu ve hemen hepsinin dekorasyonu atık malzemelerle yapılmış: Eski bilgisayarlar, 33’lük plaklar, plastik şişeler vs. Yeni trend. “Ruin bar” (harabe ya da yıkıntı bar) diyorlar. Budapeşte bu akımın merkezi. Turistlerin çoğu 30 yaşın altında ve dağıtmaya geliyorlar. Özellikle haftasonları. Saat erken olmasına rağmen içerisi kalabalıktı. Gece parti başladıktan sonra iğne atsanız yere düşmüyormuş.

Bitap halde eve döndük. Altı saatten fazla dolaşmışız. İki saat dinlenip çıktık. Yahudi lokantası Kazimir’de yer ayırtmıştık ama allahın belası bir yer çıktı. Kasvetli ve sıcak bir avlu, sıradan yemekler ve korkunç bir açık şarap. Sosisli sebzeli bir yemek istemiştim, sosisler sucuk çıktı yemek de üç kişiyi doyuracak miktardaydı. Açık şarabı gönderip şişe şarap aldık, o da kötüydü. Neyse ki Sibel’in ördeği idare ediyordu. Macaristan’da yemek işi epey dikkatli bir çalışmayı gerektiriyor anlaşılan. 

Gündüz iki numaralı tramvayla git-gel yaparken Tuna kıyısında barlar görmüştük. O tarafa yürüdük.  Etraf piyasa yapanlarla kaynıyordu. Tuna kıyısı şehrin içerisine göre biraz daha serin ve tarihi binaların hepsi, köprüler vs. şahane ışıklandırılmış. Kaldı ki yarım ay da geceye tüy dikiyordu. Kalabalık seyrekleştiğinde panoramik görüntüye sahip bir bara oturup, birer pálinka söyledik. Meğer Continental Oteli’nin barındaymışız. Biraz sonra arkaya işadamı kılıklı Ruslar gelip masanın üzerinde barbut atmaya başladıklarında aydık. Bildiğin Rus mafyası. 

Evden ses çıkmadı.