Yolculuk yazıları

30 Mart 2016

Alexanderplatz baştan beri, telaşla Avrupa başkentlerini yakalamaya çalışan Berlin’in belli başlı gösteri alanlarından biri olmuş ama ününün doruğuna 1920’lerde Potsdamer Platz’da gece hayatının patlamasıyla çıkmıştı. Büyük bir meydan.Yeni yapılan gar binasına baktık, içine girip çıktık. Etkileyiciydi. Burada durup şöyle bir çevrenize baktığınızda, Berlin’in son yüz elli yıldır olduğu gibi yine o Avrupa başkenti olma hayaliyle yanıp tutuştuğunu görebiliyorsunuz. Randevusuna geç kaldığı için kan ter içinde koşan birini hatırlatıyor şehir bana. Bir yandan da kötü kokmamak ve jilet gibi görünmek telaşında. Olmayacak denklem. 

Paskalya öncesi meydana kurulan barakalarda envai çeşit ürün satılıyordu ama baş köşe kentin simgesi ayılara ayrılmıştı. Bu da tuhaf hikayedir. Daha önce yazıldı elbette ama tekrarlamakta fayda var. Berlin bataklık üzerine kurulmuş bir şehir. Bu bölgede çok eskiden beri Slav köyleri varmış. Kentin etimolojik kökeni de Slavca “brl” (bataklık, bataklık zevki) kökünden geliyor. Almanlar çeşitli krallıklardan bir ulus devlet çıkarmaya soyunduklarında ve Berlin’i merkeze yerleştirdiklerinde kendi mitolojilerini kurmuşlar. Böylece kentin adının Germence “Baer”den (ayı) geldiğini iddia etmeye başlamışlar. Hala ayak diremeyi sürdürüyorlar. 

Berliner Dom’dan “Vinçler Balesi”

Ara sokaklardan Berliner Dom’a (Berlin Katedrali) doğru ilerledik. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1894’te yıktırıp yeniden yaptırdığı ve 1905’de tamamlanan bina, Almanya’nın tarihsel gecikmişliğine bir cevap olarak tasarlanmış. Bütün mimari ekollerden biraz var. Uzun yıllar duvarın ve komünizmin gölgesinde kaldıktan sonra şimdi yeniden hayatiyet kazanmış. Kocaman kubbe, geniş bir gövdenin üzerine kondurulduğu için dıştan bakana o kadar yüksek değilmiş gibi geliyor, ama içeri girince yanıldığınızı anlıyorsunuz. Taş merdivenlerden epey bir tırmandıktan sonra birinci kata vardık. Buraya bir loca yerleştirilmiş. Megalomanisiyle, dolayısıyla şuursuzluğuyla ünlü II. Wilhelm, tabii ki aşağıdaki ölümlülerin arasında oturacak değildi. Tanrının temsilcisi Tanrıya yakın olmalı. Metal merdivenlerden çatıya çıktık. Klostrofobik dairesel mekanda döndük bir süre, neyse ki bir noktada kapı vardı ve kubbenin etrafındaki metal balkona çıkabildik. Daha önce bir müzisyen manzaranın adını koymuştu: Vinçler Balesi! Kilisenin alt katından, bodrumdan, hanedanlığa ait bir sürü gösterişli tabutun arasından geçerek çıktık açık havaya. 

Ölüm acıktırır. Önce Alman Tarih Müzesi’nin kafeteryasına baktık. Yine doluydu. Yüz metre kadar ileride Sibel bir kara tahta gördü ve elli metre daha yürüyüp Humboldt Üniversitesi’ne ait bir yemekhaneden içeri girdik. Üniversitenin kurucusu Wilhelm Humboldt Avrupa’nın kökeninin eski Yunan’a dayandığını “keşfeden” kişiydi yanlış hatırlamıyorsam. Üniversite hocalarının ağırlıkta olduğu, canlı, aydınlık bir lokanta. Orada olmak zevkti. Körili hindi eti, yanında pol patates ve içinde bacon parçaları da olan haşlanmış yeşil fasulyeler. Bira ile beraber iştahla yedik ama tamamını bitirmek imkansızdı. Biz doymuştuk ama yanımızdan geçip duran garson kız tabaklarımızı bir türlü toplamıyordu. Sonunda işaret etmek zorunda kaldık. Geldi ve tabaklarımızın alınmasını istiyorsak çatallarımızı nasıl koymamız gerektiğiyle ilgili uzun bir vaaza girişti. Burası gerçekten eğlenceliydi. 

Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı

Sonra, gücümüzü yeterince toplamış olarak “Denkmal für die Ermordeten Juden Europas”a (Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı) doğru yola koyulduk. Dikey anıtlara ve onlardaki böbürlenmeye alışkınız. Bu yatay bir anıt. İnsan, Amerikalı mimar Peter Eisenman’ın yaptığı ve 2005 yılında açılan anıtın içinde dolaşabiliyor. İlk bakışta bir labirenti andırsa da labirent değil. Fark edilmeyen inişleri ve çıkışları var. Gezindikçe baş dönmesi ve belli belirsiz bir uğultu eşlik etmeye başlıyor insana. 

Geçmiş zaman 19. yüzyıldan itibaren, müzeler ve abideler aracılığıyla toplumsal mirasa dönüştürülmeye başlanmıştı. O zaman soralım, Yahudi anıtı miras mı? Eğer öyleyse bile bu bir reddi miras olmalı. Jean Amery “Onlara bir anıt dikmek istemiyorum” diye yazmıştı öldürülen Yahudileri anlatırken: “Çünkü kurban olmak tek başına bir şeref değildir.”

Eve döndükten sonra, bavullarımızı toplarken bir yandan da yeni Berlin’i düşünüyordum. Bence bütün o birleşme tantanasına rağmen iki ayrı kentten söz diyoruz hala. İnanmayan, Batı’nın takımı Herta Berlin ile Doğu’nun takımı Union Berlin arasında oynanan maçlara bakabilir. Yanlış hatırlamıyorsam Svetlana Boym yazmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Doğru Almanya’da yetişen nesiller, anne-babalarının savaşta Kızıl Ordu’yu desteklediklerini sanıyorlarmış. Union Berlin tribünlerinin Neo Nazilerin belli başlı etkinlik alanlarından biri olduğu düşünülürse, duvarın yıkılmasıyla birlikte hiç değilse bu tuhaf parantezin kapandığını söyleyebiliriz.