Evle vedalaştık. Orada geçirdiğimiz on beş gün beklentimizin çok üzerindeydi. Arabayla Kreuzberg’e gittik, ev sahibimiz Benny’le buluşup kirayı ödedik ve anahtarları teslim ettik.
Otobana çıkınca araba kullanmayı özlediğimi fark ettim. İki yüz kilometre ötedeki Dresden’e güle oynaya vardık. Daha önce hiç değilse bir gece kalırız burada diye düşünmüştük ama Berlin faslı uzayınca süreyi iki-üç saatle sınırlı tutmaya karar verdik.
İkinci Dünya Savaşı’nda en ağır bombardımana maruz kalan kentlerden biri. Üstelik savaş boyunca açık şehir olmasına ve bombalanmamasına karşın, savaşın “artık bitti” denilen son günlerinde, 13-15 Şubat 1945’te İngiliz ve Amerikan hava kuvvetleri tarafından tamamen intikam amacıyla yerle bir edildi. Kabaca 29 bin binadan geriye 3500 tanesi ayakta kalabildi. Ölü sayısı ise en iyimser tahminle 25 bindi. Dresden bombalaması, tıpkı daha sonra Japonya’da kullanılan atom bombaları gibi, kazananların daha adil bir dünya kurmak gibi bir niyetlerinin olmadığının açık göstergesiydi.
Elbe nehrinin kenarındaki şehir belli ki çok güzelmiş. Şimdi eski kentin yerinde aslına uygun biçimde sonradan yapılmış bir takım anıt binalar ve tarihi köprüden başka bir şey yok. Bir de nehre paralel güzel bir gezinti terası yapmışlar. Kuşkusuz en etkileyici yapı 18. yüzyıl Barok mimarisinin önemli örneklerinden Frauen Kirche (Kadınlar Kilisesi). Bombardımanda bütünüyle yıkılan yapı, elli yıl harap halde durduktan sonra orijinaline sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş ve 2005’te açılmış. Tıpkı Neumarkt Meydanı’nın çevresindeki diğer “tarihi yapılar” gibi.
Münih’teki “BLaue Rider” ve Berlin’deki Max Beckmann resimlerinin kökeni de buraya dayanıyordu. 20. yüzyılın başında Erich Heckel, Karl Schmidt-Rottluff, Ernest Ludwig Kirchner ve Fritz Bell “Die Brücke” (Köprü) resim akımının temelleri burada atmışlardı. Başını Matisse’in çektiği Fransız fovizminden etkilenen grup, klasik resme bir tepki olarak doğmuştu. Yoğun, çiğ ve bağıran bir renk kullanma tarzları vardı. Eski kentin çeperine kurulan yeni kentin bir özelliği yok.
Dresden’de fazla oyalanmamıştık ama yine de 150 kilometre ötedeki Prag’a varmamız akşamı buldu. Önce şehre girişi kaçırdık, sonra GSM’de sorun çıktı ve başka yollara düştük. Böylece Bolonya’da olduğu gibi şehrin dış mahallelerinde uzun bir tur attık. Tabii o sırada söyleniyor filan insan ama sonra düşününce iyi ki görmüşüz, diyor. Çünkü Prag turistik bir şehir ve merkezde dolaşarak kentin sakinlerinin gündelik yaşamını algılamak mümkün değil. Kaybolduğumuz yerde işçi mahallelerini, bütün o Sovyet toplu konutlarının içine tıkıştırılmış yaşamı görme imkanı bulduk. Hava 16 dereceydi ve insanlar t-shirtlerle, blokların önlerindeki banklara atmışlardı kendilerini.
Sonunda otele vardık. Şehrin biraz dışında, tatlı bir yokuşun ucunda, tek katlı ve iki katlı binaların bulunduğu eski bir mahallede. Çok tuhaf ve küçük, üçgen bir oda. Neyse ki topu topu iki akşam kalacağız. Eşyaları bırakıp, yürüyerek biraz ilerdeki metroya gittik ve kısa süre sonra Müze durağında indik.
Saat yediye yaklaşıyordu ve tam metronun çıkışındaki opera binasının civarı oldukça kalabalıktı. İnsanlar giyinmiş kuşanmış, birazdan başlayacak temsile yetişmeye çalışıyorlardı. Otuz ile elli yaş arasında kadınlardı çoğu. Kıyafetleri 1960’larda, 70’lerde kalmışlar gibi duruyordu. Aradan geçen 15 yılda bir çok şey değişmiş olsa da, kültürel değişim için bu sürenin yeterli olmadığı açıkça görülüyordu.
Yahudi mahallesinden geçerken, eski sinagogun yerine Mağribi tarzda yapılmış İspanyol Sinangogu’nun oyuncaklı binasını gördük. Biraz daha yürüyünce eski ile yeni kentin sınırında duran Námésti Republiky’e (Cumhuriyet Meydanı) geldik. Burada sayıları hiç de az olmayan Art Nouveau binalarının en görkemlisi olan Municipal House’in (Belediye binası) altındaki kafeteryanın dışına oturarak etrafı seyretmeye başladık. İlerde genç bir kadın, elindeki kalın halatı, önündeki kovada duran sabunlu suya batırıyor ve sonra dans ederek müthiş baloncuklar yaratıyordu. Bir grup çocuk, tıpkı bizim gibi, büyülenmiş kadını izliyorlardı. Böyle böyle havayı kararttık. Biraz yan sokaklarda dolaşan binalara baktık. Gezgin için günün en tatsız zamanı. İnsanlar işle ev arasında telaş içindeler. Otele gitseniz olmaz. Yemek için çok erken.
Nehir kenarına doğru yürüdük. Bir köprüye vardık, ama o kadar çok köprü var ki, hangisinde olduğumuzu bilemedik. Köprünün girişinde taksiler ve paralı turistler için hazırlanmış iki beyaz limuzin vardı. Pek hayra alamet değil. Geri dönerken, caddede gözümüze kestirdiğimiz çeşitli lokantalar arasında bocaladık. Sonunda bir İtalyan restoranında karar kıldık. Ahtapot, karides, kuşkonmazlı makarna, şarap. Hepsi iyiydi. Berlin’den sonra bir cennet.