Yolculuk yazıları

4 Eylül

Sabah bir çırpıda Strasbourg’a vardık ve durduk. Konaklayacağımız yer buraya yirmi dakika mesafede bir köy pansiyonu. Önce şehri şöyle bir gezmeye karar verdik. Arabayı park edip yürümeye koyulduğumuzda ilk gördüğümüz tabela Antalya Grill oldu. Sokak köşelerinde toplanmış, belli ki işleri olmayan Kuzey Afrikalı göçmenler vardı bol miktarda. Ama o biblo gibi köprüyü geçip merkeze adım attığımızda başka bir dünya başladı. İki dünya arasındaki uçurum baş döndürücü, kuşkusuz biraz da bu kadar dip dibe oldukları için.

Merkezin çekirdeğinde Roma var. Strazburg çok daha eski bir yerleşim olmakla birlikte şimdiki yerinde Roma eyaletine bağlı bir askeri karakol olarak kurulmuş. O zamanki adı Argentotarum (Arjantin) imiş ki Orta Çağ’da bile şehrin kimi gravürlerinde bu ada rastlamak mümkün. Arada, Alsas’ın Franklar tarafından yönetildiği 5. yüzyılda, harap olmuş bölge -Stratisburgum (yol kenarı kasabası)- olarak anılıyormuş, bugünkü adı da ordan geliyor. 

Çok şık, çok turistik, çok yaşam dolu bir merkezi var. Sadece katedral değil yerel mimari de muazzam. Nüfusunun yüzde yirmisi öğrencilerden oluşuyor. Bir zamanlar kenti omuzlarında taşıyan Notre Dame Katedrali’nin yapımına 1015’te başlanmış ve tamamlanması 1439’u bulmuş: Gotik tarihin bir manzumesi gibi. Katoliklik günümüzde büyük ölçüde skandalların ve seküler yaşamın enkazı altında kaldığı için, kutsiyetinden çok mimarisiyle öne çıkan, dini olmaktan ziyade turistik bir yapı. Gövdesi, arkaik zamanlardan kalma, pullu, tarih öncesi yaratıkları andırıyor. Yazık ki kapalıydı, içini gezemedik. 

Alsas bölgesinin başkenti olan şehir 1870 ile 1945 arasında Almanlar ile Fransızlar arasında dört kez el değiştirmiş, bu yüzden olsa gerek bugün Avrupa Birliği’nin önemli organlarına ev sahipliği yapıyor:  Avrupa Konseyi, Avrupa Parlementosu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Ancak hepsinin gerisinde, buranın da kurucusu sayılabilecek Roma İmparatoru Augustus’un (MÖ 27 – MS 14) gölgesi duruyor hala. Düzen getirmek adına başkomutanlığı on yıllığına “lütfen” kabul eden ve sonrasında Roma’da kendi muhafız lejyonunu kurarak bütün gücü tek elde toplayan Augustus’un…

Bir süredir Tuna’nın hükümranlığından çıkmış bulunuyoruz, Strazburg ile birlikte artık Ren nehrinin topraklarına ayak bastık. Köydeki pansiyonumuza geldik. Otelin sevimli sahibi yekten, akşam yemek çıkartamayacaklarını söyleyerek lafa girdi. “Pazartesileri olmaz!” dedi yanlış hatırlamıyorsam. “Pazarları Asla” filmini anımsatan bir edayla. Sonradan Alsas Şarap Yolu’nda anlayacağımız üzere, grup gelmediği zaman yemek de çıkmıyordu bu tür pansiyonlarda. 

Nerede yiyebileceğimizi, sorduk. Beş kilometre ötedeki bir köy restoranını tarif etti. Saat iki gibi pansiyondan çıktık. Söylenen lokanta 19.00’dan sonra açılıyordu. Etrafta hiçbir şey yoktu. Sadece yiyecek değil, insan, hayvan hiçbir şey. 

Dönüş yolunda sigara için bir adam görünce heyecanla durdum. Arkasındaki bina açık bir bardı ve köyün erkeklerinin bir kısmı orada demleniyorlardı. Barın sahibesi maalesef yiyecek bir şeylerinin olmadığını söyledi. Yani biz işaretlerinden onu çıkarttık, yoksa Fransızca’dan başka tek kelime etmedi. Oysa Almanca bilmesi beklenirdi. Neyse ki yardımcı olmaya hevesliydi, dışarıdaki durmamıza sebep olan adamı çağırdı. O bizi mükemmel bir İngilizceyle, yan sokaktaki pastaneye yönlendirdi.  “Artisan Boulengerie” tabelasının altındaki kapıdan içeri girdik. Tombul teyzenin bizden önceki müşteriyi uğurlamasını bekledik ve bir başka Fransızca duvarına tosladık. Neyse ki kadın derhal işlek bir Almanca’ya geçti. Hoş geçmese de bir şey fark etmezdi, çünkü açlıktan gözümüz dönmüştü ve sandviçler gerçekten bir artistin elinden çıkmış gibi görünüyorlardı. Baget ekmeğinin içine yapılmış büyük bir tane alıp şen bahriyeliler gibi bara döndük ve dışarıdaki tek masaya kurulup, litrelik beyaz şarap eşliğinde nefsimizi köreltmeye giriştik. 

Köy pansiyonu

İngilizce de konuşan Fransız adam, sandviçlerimizin bitmesini bekledikten sonra, içerdeki merakın temsilcisi olarak yanımıza geldi; nereden gelip nereye gittiğimizi, şarabı beğenip beğenmediğimizi, milliyetimizi vs. kerpetenle diş çeker gibi yavaş yavaş ağzımızdan söküp aldı. Biz de karşılığında onun buralı olmadığını, 70 kilometre kadar güneyden iş için geldiğini ve siesta saatinde, uykuya dalmış taşrada kendini şaraba vurduğunu öğrendik. Bir tür takas. 

Pansiyon ve siesta sihirli kelimeler. Akşam lokantaya gittik. Güzel yemekler, fazla büyük porsiyonlar, dokusuz ama lezzetli bir kırmızı şarap. Dönünce okumaktan başka yapacak şey yoktu. Ne doğru dürüst işleyen internet, ne televizyon, ne de yakınlarda bir sokak barı. Ölüm sessizliği.