1970’lerin ikinci yarısıyla 80’lerin başında, o zamanki Yugoslavya’dan arabayla birçok kez geçmiştim. Niş’le Zagreb arası insanı canından bezdiren, gidiş geliş tek şeritli bir yoldu. Yapış yapış ağustos sıcağında binlerce kamyonla ve arabayla birlikte bataklığın içine düşmüş at gibi umutsuzca devinirdiniz. Yolun tek güzel yanı Pirot ile Niş arasındaki muazzam dağların içinden geçip, dereye paralel ilerleyen vadiydi. Zaman değişmiş. Bu kez Belgrad’dan Niş’e kadar, çift şeritli cillop gibi bir otoyoldan, güle oynaya geldik. Niş’teki vadi hala aynı vadiydi. Tek şeritli yol oradaydı, kamyonlar da Yine de cazibesinden bir şey yitirmemişti. Her zamankinin aksine bu kez Bulgaristan yerine Makedonya tabelasını takip ettik. Eskiden böyle bir tabela yoktu. Leskofça, Vranje, Kumanova, Üsküp, Gevgeli’den geçerek Evzoni sınır kapısından Yunanistan’a girerek, bir ay önce ayrıldığımız yere, Selanik’teki Anatolia Otel’e varmaya çalışıyoruz.
Makedonya’nın durumu düşünüldüğünde iyi bir karayolu. Çift gidiş, çift geliş, dağlar delinip tüneler açılmış. Zor bir coğrafya. Zaman zaman Vardar nehrine paralel ilerliyoruz. Tek sorun mola yeri bulmak. Benzin istasyonu çok az, olanlarda da su, bisküvi gibi yiyecek içecek satılmıyor. Yolun büyük bölümü paralı. Gişelerden geçerken avro ya da yerel para birimini nakit olarak veriyorsunuz. Avro verirseniz üstünü yine yerel para biriminde ödüyorlar. Daha ilk gişede çocuğun elimize tutuşturduğu para destesinin içindeki yerel paraların yarısı eksik çıktı. Geri dönecek halimiz yoktu. Yutkunmakla yetindik.
Üsküp’e girdik. Osmanlı’nın Balkanlar’daki simge şehirlerinden biri ne de olsa. Bir yandan da açlıktan ölüyoruz, şöyle güzel bir köfte buluruz umudundayız. Vardar nehrinin iki yanına kurulmuş şehre doğru ilerlerken, Türkiye’den aşina olduğumuz görüntüler başladı. Çok karışık bir nüfus yapısı var Makedonya’nın, zaten dağlık ve yoksul bir ülke. Bunun üzerine bir de Yunanistan ablukası eklenmiş.Ayrıca göçmenler de gelip kapıya dayanmışlar. İki yanı çayır çimen geniş bir ana caddeden giriliyor şehre. Bir sürü ışık var haliyle. Her ışıkta da dört-beş kişilik çocuk grupları, araba camlarını silmek için alesta bekliyorlar. En büyüğü dokuz-on yaşında çocuklar bunlar. İkinci ışıkta durunca, bizim ön cama giriştiler. Yaptıkları somut bir iş yok aslında, çünkü gerçekte camı silmiyorlar. Umurlarında da değil. Ama para beklentileri var. Ben de camı açıp, yırtıklarını ayıkladıktan sonra elimde kalan yerel paraların hepsini uzattım. Belli ki reisleri olan çocuk paraya şöyle bir baktıktan sonra gerisin geri arabanın içine fırlattı. Bir yandan da “Avro, avro!”, diye bağırıyordu. Camı kapatıp devam ettim. Bir döner kavşağa geldik. Burası kentin meydanlarından biriydi aynı zamanda. Her biri başka telden çalan mimari ve renk cümbüşündeki apartmanlar öylesine tanıdıktı ki… Tam karşımızda duran binanın tepesinde kocaman “Zaman” gazetesi logosu yerleştirilmişti. Biraz ileride vitrini gelinlik kıyafetlerle dolu bir tesettür mağazası vardı. Ne yalan söylemeli, henüz böyle bir hikayenin içine düşmeye hazır değildim. Kavşakta bir tur atıp geldiğimiz caddeden otoyola çıktım.
Güneye doğru ilerlemeyi sürdürdük. Bir kanyondan geçiyorduk ve ben cam silen çocukları düşünüyordum. O biçare çocuklara kızarak kendimi nereye koyuyor olabilirdim ki?
Angelepoulos’un “Eternity and a Day” (Sonsuzluk ve Bir Gün) filmini hatırlıyordum. Film cam silen bir Arnavut çocuk ve Yunanlı bir yazarın karşılaşmasıyla açılıyordu,. Adamın hayatının son günüydü. Son günü olmasaydı yine aynı şeyleri yapar mıydı? Bilmiyoruz. Bu filmin yumuşak karnıydı. Ama son güne kalmadan böyle davranmayı seçen insanların varlığını biliyorduk: Emil Galip Sandalcı, Eren Keskin, Ömer Faruk Gergerlioğlu. Onlarda olup da bizde olmayan şey neydi? Ya da şöyle sorayım bizim kaçamak noktamız ne? Korku var elbette, ama biliyorum ki insan, ayağını çarpıp hastanelik olana kadar, evdeki kanepenin dünyanın en rahat şeyi olduğunu düşünme eğilimdedir. Film fazlalıklardan muzdaripti hatırladığım kadarıyla. At onları! Keşke Theo’nun da Sibel gibi bir editörü olsaydı diye düşünüyordum. Evzoni sınır kapısından Yunanistan’a giriş yaptığımızda, geçişin tereyağından kıl çeker gibi olmasından mutluyduk. Ama daha iki-üç kilometre gitmiştik ki, yolun ortasında oturmuş insanlar görüp frene bastık. Sağ tarafta, ormanlık alanın içinde belki yüzün üzerinde rengarenk çadırdan kurulmuş bir kamp vardı. Ama bu kampı doğada zaman geçirmeye gelmiş olanların kurmadığı hemen anlaşılıyordu. Yine de ortalıkta koşuşturup oynayan çocukları görünce, bir an için buranın bir mülteci kampı olamayacağını düşünüyordu insan. Oysa iki yüz metre ileriye baktığınızda, yolun iki yanına mevzilenmiş çevik kuvvet polislerini, otobüslerini ve panzerlerini rahatlıkla görebiliyordunuz. Parası peşin ödenmiş şuursuzlar.
Burası uzun süredir Yunanistan-Kuzey Makedonya-Sırbistan-Hırvatistan hattından oluşan “Balkan göçmen rotası” olarak biliniyordu ve daha geçen ay sınır kapatılmıştı. Dolayısıyla büyük bir yığılma ve gergin bir bekleyiş vardı. Afganistan, Pakistan, Libya, Suriye ve Cezayir’den gelen insanlardı bunlar. Çoğu ailelerini, yakınlarını kaybetmiş, insanca bir yaşam için kelle koltukta gidiyorlardı. Şu anda varoluşun şah noktasındaydılar. Hiçbir aidiyetleri yok, diye düşünüyorum. Benim hüsnü kuruntum olmalı. Yoksa insan gün be gün bu kampta hayata nasıl yeniden uyanır, nasıl devam eder, nasıl ümit eder? Kestiremiyorum. Arnavut çocuğun filmde söylediği şarkının ilk dizesi geliyor aklıma:
“Minik, sürgün kuşum!”
Anatolia Otel’e yerleştik.. Akşam yemeği için Zythos’a gittik. Şahane bahar akşamı, lokantanın yan tarafındaki açık koridorda oturduk ve garsonun gelip siparişimizi almasını beklemeye başladık. Emir yoktu bu akşam. Onunla dönüşümlü çalışan uzun boylu çocuğu da daha önceden göz aşinalığıyla tanıyorduk. Ama bir türlü gelip siparişimiz almıyordu. Sonunda seslenmek zorunda kaldık. Yemek bittiğinde bu kez hesabı almaya gelmedi. Malum pazartesi pek kalabalık bir akşam değildi. Sonra kredi kartıyla ödemek istediğimizde, Türkler’in de kartları çalışmazki zaten diye söylendi. Artık neden rahatsız olduğunu sormamız kaçınılmaz bir hal almıştı. Meğer dedesi İstanbul Fenerli mübadillerdenmiş ve zamanında orada bir meyhanesi varmış. Ne güzel.
Peki şimdi ne yapacağız? Yüz yıl sonra tanımadığımız, nasıl biri oldukları konusunda hiçbir fikrimiz olmayan insanlara, sırf pasaportlarına bakıp diş bileyerek mi geçireceğiz ömrümüzü? Yoksa o kadarına bile bakmayıp direkt gebertmek daha mı doğru olur!
Bir dedenin hatırası nasıl kurtarılır? İktidarlar izin verirlerse, üzerinde çalışmamız ve halletmemiz gereken öncelikli sorun bu.