Yolculuk yazıları

6 Eylül

Paris’e gidiyoruz. Google maps’in tavsiyesiyle uzun süre bir orman yolunda ilerleyip dağları aştık, ip gibi on kilometrelik bir tünelden geçtik, Paris tabelalarını izleyerek ilerledik ve bir daha da otoyol yüzü görmedik. Sabah onda yola çıkmıştık, öğleden sonra üçte Paris’e ulaştık. Şehir çevre yoluna girdikten sonra Saint-Antoine’daki Merkür Saint Queen Oteli’ne varmamız da bir 45 dakika sürdü. Arabayı park ettik. Portekizli resepsiyoncu kız, ayırtttığımız odanın yerine, kendiliğinden çok daha iyi bir oda bahşetti bize. Arka tarafta apartmanlara ve onların ortak yeşil alanına bakıyor. Galiba bütün dairelerde göçmenler yaşıyor. Görebildiğimiz tüm balkonlar ardiye gibi ve bir baştan diğerine gerilmiş ipler, çamaşırlarla dolu. Kalabalık bir şekilde yaşandığı kesin. Hafif güneş vardı. Afrikalı orta yaşlı bir çift, aşağıdaki banka yayılmış keyif çatıyorlardı. 

Saat 19.00’da Şanzelize’nin oralarda bir yerde, akşam yemeğine davetliydik, onun için fazla oyalanmadan yola koyulduk. Garibaldi durağından metroya bindik. Onu düşünüyordum, Garibaldi adı olmayan bir şehir var mı acaba Avrupa’da?  İstanbul’da bir sokak vardı. Budapeşte’de V. Bölgede koca bir cadde sunulmuştu kendisine ve şimdi de Paris’te. 

Klostrofobik bir metroydu. Yarım saate yakın gittikten sonra Şanzelize Clemencau istasyonunda indik. Sibel daha önce, insanların sıcaktan sinek gibi öldüğü o meşum yaz gelmişti, bu benim ilk Paris ziyaretim. Filmlerden fazlasıyla tanıdık bulvar boyunca yürüdük. En dikkat çeken şey her yerin polis kaynamasıydı, malum İŞİD günlerinde yaşıyoruz. 

20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başı itibarıyla New York’un gölgesinde kaldığı söylenen eski dünya kültürel başkentinden söz ediyoruz. Hala çok kozmopolit ve canlı görünüyor, Paris’i görünce insan Fransız taşrasından yükselen ırkçı dalgayı daha kolay kavrayabiliyor.

Epey yürüdükten sonra Bristol Oteli’nin olduğu sokakta, tam otelin karşısında 69 numaranın önünde durduk. Daha önce Can’ın yolladığı kapı kodunu girip ilk bariyeri aştık, ama ilerde ikinci bir kilitli kapı daha vardı. Ben de Can’ın Fransız telefon numarası yoktu. Baştan beri messenger üzerinden haberleşmiştik ve o programın yüklü olduğu tableti otelde bırakmıştım. 

Ricat halinde sokağa döndük. Tek çare interneti olan bir kafeye oturup, telefona messenger indirmekti. Sokak iki yandan polisler tarafından kuşatılmıştı. Meğer Fransa Cumhurbaşkanı Macron orada ikamet eder imiş. Hemen ilerimizde bir arabanın bagajından çelik yelekler çıkartıp giyen, makineli tüfeklerini kuşanan polisler gördük. Sibel ürktü. Hangi yöne gideceğimize karar vermeye çalışıyorduk ki, demin çıktığımız apartmanın beşinci katında bir camın açık olduğunu fark ettim. 

Hissi kablel vuku, bu açık cam bir Türk’e aittir diye düşündüm, hiçbir mantıklı izahı olamaz, biliyorum. Çocukken mahallede arkadaşları evden çağırmak için yaptığımız gibi kısa, tok bir sesle “Can!” diye bağırdım. Sokakta büyük bir sessizlik oldu. Bristol Oteli’nin önünde, onca polisin arasında olacak iş değildi. Sibel, polislerin pis bakışları arasında beni çekiştirerek oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu ki, o açık pencereden Can’ın başı uzandı.

Can’la 20 yıl önce Kuzguncuk’ta tanışıp epey mesaide bulunmuştuk. Şahane heykeltraştır. Türkiye’de bunun bir-iki şanslı isim hariç, neredeyse hiçbir anlam ifade etmediğini biliyoruz. Vakti zamanında üç aylığına Türkiye’ye gelip neredeyse 20 yıl kalmıştı. Şimdi Paris’e geri döndü ve bu akşam ev sahipliğimizi yapacak olan, Can’ın Güzel Sanatlar Fakültesi’nden arkadaşı Şelo, Türkiye’de olduğu bunca yıl boyunca değerli eşyalarının hemen hepsini saklamış. Doğal olarak ilk kadehlerimizi bu kadirşinaslığa kaldırdık. 

Şelo grafiker, ressam, fotoğrafçı.1970’lerin ortalarında Paris’e yerleşip bir reklam ajansı kurmuş. Sağolsunlar, şahane rakı sofrası kurmuşlar. Yola çıkalı epey oldu ve rakı içmeyi özlemişiz. Şelo’nun Türkçesi epey kırık, bata çıka 1960’ların İstanbul’u üzerine konuşuyoruz. Bir iki sefer gelmiş arada ama o geçmişten hiçbir şey bulamamış. “Biz on yıl öncesini bile bulamıyoruz,” dedim. Böyle bir yıkım nasıl, hangi sözcüklerle anlatılır, hiç bilmiyorum. Düşününce toplu halde intihar eden tarikatlar falan geliyor aklıma. Ham bir toplum, bakıp bir şeyler öğrenebileceği insanları da korkusundan, açgözlülüğünden, şuursuzluğundan imha etmiş. Şimdi beyhude debeleniyor. 

Bata çıka, yiye içe konuştuk. Masaya nokta koyunca hep beraber dışarı çıkıp bir saatten fazla civardaki meydanlarda gece yürüyüşü yaptık: Opera binası, Churchill heykeli, Sen nehri… Malum turistik tur. Adettendir. Bir ara işte bu da Eyfel dedi Şelo. Kafamı kaldırdım, dibine kadar gelmişiz. O saate kadar Paris’de bir Eyfel kulesi olduğu aklımın ucundan bile geçmemişti. Ama şimdi hatırlıyordum elbette. Maupassant yemeklerini Kule’nin lokantasında yer ve gerekçe olarak “Paris’te onu görmediğim tek yer burası” dermiş. Yapıldığı dönemde kentin önde gelen isimleri bir Sanatçılar Bildirisi yayımlayarak, bağra saplanacak bu hançere karşı çıkmışlar. Barthes muazzam denemesinde birçok şeyle birlikte “Yer ile göğü birbirine bağlayan köprü” demiş ve eklemişti “Paris’te hiçbir bakış yoktur ki günün belirli bir anında ona takılmamış olsun.”

Diyeceğim, gece yarısına dakikalar kalmışken, ben de oltaya takıldım.