Metroda sallanarak merkeze doğru yol alırken dün bir bugün iki, dünyanın üzerine en çok yazılan kenti hakkında ben ne söyleyebilirim ki, diye düşünüyordum. Gençliğim Fransız Yeni Dalgası ile geçti. Birkaç arkadaş toplanır, sürekli şanson plakları dinlerdik: Serge Reggiani, Yves Montand, George Moustaki, Charles Aznavour. Camus bir numaralı yazarımdı o zamanlar. Görmeden hakkında bir sürü şey bildiğim bir şehirden söz ediyorum ve dünyada benim gibi ne kadar çok insan var. Sinema, müzik derken Paris üzerine yazmış yazarları tarttım zihnimde. Aklıma ilk gelenler şunlar oldu: Baudelaire, Balzac, Benjamin, Batur… Birden durdum, hepsinin soyadı B ile başlıyordu. Bu da tuhalıklar listesinin bir numunesi olarak burada dursun.
Marais’ya geldik. Semtin tarihi, Paris’in göbeğinin bataklık ve sulak alanlarla dolu olduğu zamanlara kadar uzanıyormuş. Dan Franck’ın “Bohemler”ini okumuştum zamanında, tam bir insanlık komedyasıydı. Paris’in bataklığının bile dünyada ne çok alıcısı oldu.
Sağa sola bakınmaya başlamıştık ki Can aradı. Yarım saat içinde St. Paul metro istasyonunun girişinde buluşmak üzere sözleştik. Müzmin pisboğazlar olarak yol üzerindeki marketten aldığımız bir kase frambuaz eşliğinde, kentin sokaklarını adımlamayı sürdürdük.
Can gençliğinin önemli bir bölümünü Paris’te geçirmiş, bizim de sazı eline alacak bir mihmandara ihtiyacımız vardı doğrusu. Böylece küçük bir bumerangı andıran İncir (Figue) sokağından geçerek Seine nehri kenarına geldik. Bir köşe kahvede oturduk. Kalkınca Notre Dame istikametinde ilerledik, bir ara Lüksemburg Parkı’nda oyalandık, biraz da benim ayak diretmemle St. Michel’deki sahafları üstünkörü de olsa kolaçan ettik. Sorbonne civarında dolaşıyorduk ve tabii ki acıktık. Sokak üstü bir Vietnam lokantasının daracık ahşap masası etrafındaki taburelere tünedik. Azar azar bir dolu şey istedik ve iki şişe Chablis şarap eşliğinde hepsini silip süpürdük, az kalsın parmaklarımızı da yiyecektik.
Sonra St. Germain’de galeri faslı başladı. Yorulunca La Palette (bütün artist tayfası buraya gelirmiş Can’ın söylediğine göre) bir şişe Chablis daha götürdük. Bu seferki şişe neredeyse öğle yemeği fiyatınaydı, işin içine artistlik karışınca tabi…
Sonra akşam yemeği için Montmartre’daki Bouillon Chartier restoranına doğru yola koyduk. Can’ın söylediğine göre akşam servisi 19.00’da açılıyor ve kapıda kuyruk oluyormuş onun için biraz erken gitmekte fayda varmış. Biz de öyle yaptık ve bir tren garını andıran devasa restoranın alt katındaki masalardan birinde fazla beklemeden kendimize bir yer bulduk. Asma katıyla birlikte aynı anda rahatlıkla dört yüz kişiye hizmet eden bir fabrika. 1896’da Chartier Kardeşler tarafından kurulmuş ve o zamanlar ucuz işçi lokantasıymış. Hala da Paris’in en ucuz restoranlarından biri. Mönü geleneksel Fransız mutfağından oluşuyordu, evet salyangozlar falan da yedik. Garsonlar çok cepli siyah yelekler ve uzun beyaz önlükler giyiyorlar ve devasa salonda ellerinde tepsilerle görülmeye değer bir dans sahneliyorlardı.