Yolculuk yazıları

9 Eylül

Vanves bitpazarına gittik. Uzunca bir sokak boyunca yere ya da ahşap masaların üzerine kurulmuş tezgahlar. Yan sokaklarda da bir şeyler var, tam bitti derken yeniden başlamalar. Dallı budaklı bir yer. Hızlıca sonuna kadar gittim, arada eski oyuncak metamorfoz kartlardan aldım. Değişik kıyafetlerle üç parçaya bölünmüş bedenler: Baş, gövde ve ayaklar. Hepsi birbiriyle eşleşebiliyor. Çocukluğumdan hatırlıyorum, demek yarım asırı geçmiş görmeyeli. 

Pazarın sonuna vardığımda Can aradı, yeni gelmiş. Ortalardaki büfede buluştuk. Sibel bir şeyler atıştırırken ben soldaki sokağa yayılmış tezgahlara göz atmak için ayrıldım. Köşede, elinde Türkçe kitapla bir adam duruyordu. Kitabın adını tam göremesem de Edirneli hattatlarla ilgili olduğunu anladım. Haliyle oraya çakılıp kaldım. Belki de kitabı almaz, diye ümit ediyordum. Öyle olmadı tabi. Tezgah sahibiyle tanıştım. Sarkis, Pangaltı’dan göç etmiş İstanbullu bir Ermeni’ydi. Çok daha sonra İstanbul’daki antikacılar arasında namlı bir sima olduğunu öğrenecektim. Adamın aldığı kitabı sordum. “Kendisi için imzalı bir Claude Ferrer aldı, ama Edirne kitabını satmak için almıştır, keşke gitmeden söyleseydiniz” dedi. E-mail adresini aldım. Buralarda olursam belki yarın yeniden uğrayacağımı söyledim. Son bir tur daha atıp, gözümüze kestirdiğimiz bir-iki parçayı alıp otele dönmeye hazırlanıyorduk ki, felaket bir yağmur bastırdı. Özellikle kağıt satanlar arasında müthiş bir telaş yaşandı ve birçok malzeme heder oldu. 

Koşarak metroya vardığımızda yağmur başladığı gibi aniden bitmişti. Otele uğramamız gerekiyordu. Can bunca yıl Paris’te kalmış ama Saint Antoine’ı görmemiş, çok ayıp diyerek onu da bizimle birlikte sürükledik. Otelde oturup bir şeyler içtik. Bir karar vermemiz gerekiyordu. Paris’te biraz daha kalacak mıyız, yoksa yola devam mı? Daha da önemlisi devam edeceksek, rotamız ne olacak? Yola çıkarken planımız Paris’ten Bordeaux’ya, oradan Bilbao’ya gitmek ve sonrasında Marsilya’ya devam etmekti. Sırf bu etap yaklaşık 1800 kilometre demekti ve güzergahların özellikle ilk ikisi bol miktarda yeme-içme vaat ediyordu, ve o da en az yol kadar yorucuydu. Al takke ver külah, sonunda Bordeaux ve Bilbao’yu eleyip, Avignon’a gitmeye karar verdik. 

Otelden çıktığımızda hanidir dinmiş olan yağmuru kapının önünde bizi beklerken bulduk. 

Kente inip yemek için bir süre Marais tarafında dolaştık. Sonra eski halin oraya gittik. Buradaki mekanlar Can’a çok turistik gözüktü. Biraz daha ilerleyip iki yanı restoran ve kafelerle kaplı harcıalem bir sokakta oturduk. Yağmur bir kez daha indirdi. Tebelleş bulutlar üzerine konuştuk. Bir iki ön atıştırmalıkla şarap içip bekledik. Sonra biraz daha şarap içtik. Kalkıp Pompidou’nun olduğu meydana geldik. Böylece binayı dıştan görmüş oldum. On yıl önce görsem şapkam uçardı, şimdi öyle olmadı. Çevrede yerlere oturmuş gençler, kapıda uzun bir kuyruk. 

Alışveriş faslına daldık sonra, bir dükkandan diğerine savrularak. Can, eli daima yüksekten açar. En iyi tencere dükkanı, en iyi et bıçakları, en iyi… Hepsi bir servet. Arada soluklanıp devam ettik yine de. Giyim-kuşam almak söz konusu bile olamaz. Vintage bir dükkanda Yugoslav etiketli işçi gömleklerini 40 avroya satıyorlardı. Ama hem bir şey alamıyor hem de duramıyorduk. Sonunda 50 avroya şık bir yünlü kasket aldım. Eskiden beri şapkacı değilimdir, yavaştan kelleşmeye başladığım için mi bu kadar çabuk karar verdim. Düşünmek lazım. 

Hanidir, Fransız mallarının kalitesi ve parayı bastırmak gerektiği üzerine kafamı ütüleyen Can’ın, aldığım şapkayı görüp fiyatını duyunca ağzı bir karış açık kaldı mı? Evet kaldı. Sibel için uzun süre Clarks marka ayakkabı satan bir dükkan aradık. Bulunca da kaçarcasına uzaklaştık. 

Otele dönerken mahallenin Beyrutlu dükkanından içli köfte ve humus aldık, marketten de birkaç bira. Paris’te son gecemiz. Başka balkonlara bakarak balkonda oturduk. Hala yağıyordu.