Yolculuk yazıları

Miskolc, Bratislava, Viyana

Helen Levitt

30 Kasım 2018

Sabah 08.36 treniyle Viyana’ya hareket ettik. Hep aynı manzara: Buz tutmuş ağaçlar, karla örtülü hobi bahçeleri, uçsuz bucaksız tarlalar. Buna mukabil zaman zaman tren yoluna paralel ilerleyen asfaltta bir-iki araba çarptı gözümüze, durduğumuz kimi küçük istasyonlarda uzaktan bavulunu sürükleyen biri ya da arabasıyla sabah gazetesi almaya gelmiş bir diğeri. O küçük kasabada yaşamayı düşünüyor insan ister istemez. Sabah gazetesini aldıktan sonra eve dönen o adam ya da evde kahveyi koymuş gazeteyi bekleyen kadın, kışın geri kalanını nasıl geçirecekler? 

Neyse ki yol kısa ve Bratislava’dan Viyana’ya giden bir hayli genç nüfus var trende. Onların hareketi dağıtıyor insanın zihnini. Viyana’ya yaklaşırken karlar eridi, şehrin ilk binalarıyla birlikte kasabayla ilgili izlenimler solmaya başladı, 10 dakika sonra Hauptbahnhof’un siyah çatısı altına girdiğimizde hepsi geride kalmıştı. Önümüzde başka görevler vardı. Daha önce çalıştığımız gibi 0 numaralı, ring seferi yapan tramvaya bindik ve yarım saatlik bir şehir turundan sonra 3. Viyana’da, Durmuş ile Michaela’nın evinin olduğu durakta inip, beş dakikalık bir yürüyüşten sonra kapılarını çaldık. 

Çay sıcaktı, Durmuş kocaman bir tavada içini envai çeşit sebzeyle doldurduğu bir omlet pişiriyordu, ayrıca kahvaltı sofrasında ev yapımı yoğurtla karıştırılmış frambuaz ve ceviz dolu dev bir kaseyle, kivi ezmesiyle dolu bir diğeri de emre amadeydi. Sağlıklı beslenme yaşları. Hiç değilse sabahları. 

Şansıma, belki 6-7 yaşından beri görmediğim evin kızı Lin de oradaydı. Ehliyet kursundan gelmiş, siyaset bilimi okuyormuş, arkadaşıyla 1. Viyana’da yeni bir ev tutmuş ve taşınma işleri gözünde büyüyormuş. Bütün bunları anlatırken kahvaltısını yapmıştı bile ve kapıdan ok gibi fırladı. Biz bir süre daha Almanca, Türkçe, İngilizce bulamacında, bata çıka, görüşmediğimiz bir yılın su üstünde kalmış havadislerini konuştuk. Akşam 18.00 gibi evde buluşup yemek yapmaya karar verdik ve dağıldık. 

Hedefimizde Kunsthistorisches Museum vardı. Madem ki yolumuz tam da bu sırada Viyana’ya düşmüştü, o zaman bütün dünyada yılın sanat olayı olarak pazarlanan ve bir tür Kabe ziyaretine dönüşen Bruegel sergisini görmemiz kaçınılmazdı. 1 numaralı tramvayla Museumsquartier’e vardık. Soğuk, Bratislava’dakinden daha az keskin değildi. Yine de müzenin önündeki geniş meydanın girişine kurulmuş iki ayrı gişenin önünde uzun kuyruklar vardı ve cama asılı kağıttan anladığımız kadarıyla, bugün için bilet kalmamıştı. Yine de inatla bekledik. Yarım saat kadar sonra,  donmuş ayaklarımızı ısıtmaktan tepine tepine helak olmuş vaziyette, nihayet gişeye vardığımızda, sergiyi en erken yarın (cumartesi) 12.50’de gezebileceğimiz kesinleşti. Biletler sınırlı gruplar halinde ve 20’şer dakikalık aralıklarla içeri girilecek şekilde satılıyordu. Bir gün sonra dehşetle göreceğimiz gibi, buna rağmen içerisi mahşer yerini andırıyordu ve gerçek anlamda pek bir şey görmek mümkün değildi. Daha çok, oradaydım demek için bayılıyordunuz adam başı 20 avroyu. 

Monet

Ama daha oraya vardı. Şimdi elimizde içimizi ısıtan biletlerimizle, bir an önce dışımızı da ısıtabileceğimiz bir yere kapağı atma telaşı içindeydik. Karlsplatz’a doğru yürümeye başladık. Biz yürüdükçe yol boyu direklere asılmış Monet sergisinin afişleri de adımlarımıza ayak uyduruyorlardı. Böyle böyle kendimizi Albertine Müzesi’nin girişinde bulduk. Sanki İzlenimciler’in ciğerini bilirmişim edasıyla, “Bari gidip biraz Monet görelim” dedim. “Hem içerisi sıcaktır.”

Ressamın 60 yıllık serüvenini gözler önüne seren bir duvara tosladım, kısaca. Meğer son dönemlerini pek de bilmiyormuşum üstelik. En yakınları öldükten sonra ısrarla devam eden ve başkalaşan adamın işlerini hayretle izledim. 70’inden sonra -kendi yazdığıma bakıp utandım şimdi, arayan, aramayı sürdüren biri için yaşın önemi olabilir mi?-, o Japon köprüleri falan derken tamamen soyut başka bir yere geçiyordu. 

Germaine Richier

Bir özel koleksiyoncunun topladıkları da sergileniyordu aynı binada. “Picasso, Munch, Chagall” başlığıyla sunmuşlar, cazip görünsün diye. Oysa koleksiyonda izlenimcilerden başlayıp gerçeküstücülere kadar uzanan çok farklı ressamın ve heykeltraşın işleri vardı. 

47 yaşında ölmüş Fransız heykeltraş Germaine Richier’in (daha önce bilmediğim biri) 6 kafalı at heykeli çarptı beni. Belki de yakın zamanda Heredot Tarihi okuduğum ve orada İskitlerin atlarıyla ilişkileri ve ölü gömme ritüellerinden etkilendiğim için. Sanki bu çok kafalı at bir İskit atıymış gibi geldi bana. 

Fakat bu ne bereketli bir müzeymiş. Orayı da tavaf edip kahvelerimizi içtikten sonra bu kez 1940’lardan bir New York’lu fotoğrafçının siyah beyazlarına denk geldik: Helen Levitt. 1913-2009 arasında  New York’da yaşamış Amerikalı sokak fotoğrafçısı. Bir Rus Yahudisinin kızıymış. Müthiş çocuk fotoğrafları vardı. Modern zamanın çocuğa biçtiği o kof rolü parçalayan, gerçek dünyadan gerçek çocuklar bunlar. Oyun oynuyorlar ama yüzlerindeki ifadeler, meydan okuyuşları, dünyaya alayla bakışları ve fotoğraf karesinin içinde bile pırıl pırıl gülümseyen şiddet… Bir tanesini buraya bırakıyorum. Bitti mi? Bitmedi! Çıkmaya hazırlanırken en alt katta eski dostumuz Pirosmanişvili’nin sergisine tosladık. Tiflis’teyken neredeyse bütün işlerini görmüş, hayat hikayesini öğrenmiştik. Yine de eski dosta bir selam vermeden geçip gitmek olacak iş değildi. 

20-25 dakikalık bir yürüyüşle Viyana’nın kalbi olarak da nitelenebilecek Naschmarkt’a ulaştık. Bir bistroya girdik ve beyaz şarap eşliğinde biraz sosis ve siyah ekmek dilimi üzerine konup fırında kızartılmış  camembert peyniri yedik. Küçük, sıcak, fırfırlı bir mekandı. Her zaman seveceğiniz bir yer olamayabilir ama bütün o hengameden sonra iyi geldi. Şaraplarımızı tazeleyip haz içinde oturduk bir süre. Daha da sürebilirdi bu dinginlik ama Durmuş’la buluşma saatimiz gelmişti. Akşam için balık baktık. Benim için yepyeni bir tecrübeydi. Durmuş gözüne yaklaşık iki kiloluk bir deniz çuprası kestirmişti ama balığın fiyatı 140 avroydu. Benim de gayrete getirmemle vazgeçti haliyle. Balıkçı İranlıydı ve Durmuş’un eski ahbabıydı. Gülerek “Senin için para değil bu dostum” diyordu. Türkiye’yeyle karşılaştırınca, yine de bir servet ödeyerek biraz barbun ve sardalya aldı. O bisikleti ve kıymetli balıklarıyla uzaklaşırken bizde pazarın çıkışındaki şarapçıdan üç şişe beyaz şarap alarak tramvaya atladık.

Yemekte Viyanalı bir dostları vardı. Adam uzun yıllar Türkiye’de çalışmış. Şimdi de büyük bir şirkette 50-60 kişinin yöneticisiymiş. Ortalama çalışan bulamamaktan dert yanıyordu. Söylediğine göre herhangi bir özel becerisi olmayan ve bu durumu kabullenecek insan çıkmıyormuş bir süredir. Bizde de sık dile getirilen bir durum. Belli ki yeni zamanların bir fenomeni. Çalışmaya başlar başlamaz ne zaman müdür olacağını soran insan olarak karikatürize ediliyor. Bana oldukça anlaşılır geliyor oysa. Dünyada  neler olup bittiği eskisine göre çok daha fazla göz önünde ve orta sınıftan biri buna derhal ulaşamayacaksa neden çalışmak istesin ki? Aile evini terk etmeye yanaşmayan ya da evden çıktıktan bir süre sonra odasına geri dönen ne çok insan görüyorum son 10-15 yıldır çevremde. Bizim için ev, aile bir an evvel kaçıp kurtulunması gereken bir karabasandı. Dışarıda bir hayat vardı ve biz ne olursa olsun bir an evvel canımızı sokağa atma derdindeydik. Televizyonla, internetle, bilgisayar ve giderek cep telefonuyla yetişen biri için içerisi ile dışarısı arasındaki fark nedir, kestirmekte güçlük çekiyorum. 

Sırf kendimi değil, Durmuş’u da düşünüyorum. Kemah’tan başlayıp İstanbul üzerinden Viyana’ya uzanan göz yaşartıcı bir kültürel dönüşüm hikayesi onunki. 40 yıldır Viyana’lı. Naschmarkt’ta açtığı çay dükkanından başlayarak, oyunculuğa ve tiyatro yönetmenliğine evrilen bir süreçten söz ediyoruz aynı zamanda. Nevi şahsına münhasır tip dedikleri neyse, Durmuş o. Benim için “Damdaki Kemancı”nın Topol’u. Onun Viyana’nın kırsal kesimindeki bir ahbabından alıp zulaladığı ve mahzenden çıkardığı beyaz şarapların da sonuna gelince (kaçancı şişe kim bilir?) masanın da sonuna geldiğimizi anlıyoruz. Ama bizim için saat daha erken. Böylece Sibel, ben ve Durmuş, mutat Viyana bar turumuzu atmak için yola koyuluyoruz. Durmuş gece aleminin de tanınan simalarındandır. Onunla gezmek Viyana’nın çeşitli köşeleriyle ilgili tuhaf ayrıntılar dinlemek, barlarda bir sürü başka kişiyle tanışmak ve onların hikayelerine girizgah yapmak anlamına da gelir. 

Foto: Sibel Sümer

1987’de gelmiştim ilk kez Viyana’ya. Aradan 31 yıl geçmiş. Yine bir Noel öncesiydi. O zamanlar karanlık ve kasvetliydi şehir. Avusturyalılar hala ikinci savaştan kalma faşist hissiyatlarının turşu kavanozlarında fermente olmasını seyrediyorlardı. Duvarın yıkılmasından sonra gelenlerle; özellikle Doğu Avrupa’dan gelen insanlarla hayatiyet buldu şehir. Hala o kakavan Avusturya faşizmi her fırsatta kafasını kaldırmaya çalışsa da, şehrin çok kültürlü kozmopolit yapısı onu dengeleyebiliyor artık. İlk gittimiz sanatçılar barı da bu kozmopolit Viyana hayatının tipik örneklerinden biriydi. Sanatçıların ve öğrencilerin hep beraber takıldıkları geniş, rahat, aydınlık bir mekan. Daha çok bir cafe-bar. Ağır abiler uzun, geniş bar tezgahının önünde takılıyorlardı. Durmuş’u görünce bize de yer açtılar.
Bir sonraki durak, Durmuş’un bizi sürüklemeye çalıştığı ve örneklerini İstanbul gece hayatından bildiğimiz, şehrin en gözde insanlarının kıç kıça yaşadıkları, ufak, karanlık tiki bardı. Onu veto ettik. Dönüş yolunda, artık boşalmış, kapatmaya hazırlanan baştan aşağı camekanlı bir barda son yolluk için durduğumuzda, Türk bir barmenle laflayıp kahve konyak içiyorduk ki, camın arkasında kristalize beyaz taneler uçuşmaya başladı.