1
1 Aralık 2018
Sessizliğe uyandım ve salona çıktım. Küçük balkon ve oradan görülen çatılar karla kaplıydı. Herkes uyuyordu. Salonda bir süre oturup karlı çatıları seyrettim. Çocukluğumdan beri severim karı. Uzun bir hikaye, kaldı ki belki sandığım şey de değildir, ondan da öncesi vardır ve yerinin burası olmadığı kesin.
Erkenden zıplamamın nedeni ise günlerden cumartesi olması ve Naschmarkt’ta kurulan bit pazarı. Bu karda çok yoğun olmayacağı belli ama yine de birileri olacaktır. Tıpkı benim de orada olacağım gibi.
Tesadüf Serhan ve Figen de Viyana’dalar. Pazarda buluşmak için haberleştik. Sıkı giyinip çıktım. Tam Naschmarkt’ın oradan geçen bir otobüse binip, henüz mahmurluğunu atamamış şehri seyrederek pazar yerine vardım. Buluştuk ve herkes kendi avının peşine düşeceği için, daha sonra kahve içmek için sözleşip dağıldık. Soğuğa rağmen iki saatin nasıl geçtiğini anlamamışım. Çok renkli bir pazardır burası. 1200 avroya satılan yüz yıllık bir tonet gazetelik de bulabilirsiniz, iki avroya satılan 1950’lerden kalma yüzlerce kartın bir arada olduğu dosyalar da. Bu ikincisi daha çok Türklerin tezgahlarında görülür. Toplu aldıkları malın kremasını ayırıp gerisini pazarda ucuz fiyata tezgaha boca eder ve bir an önce eritmeye bakarlar. Geçen yıl 1860 baskısı baştan sona illüstrasyonlarla, cildi kumaş kaplı, devasa boyutlarda bir La Fontaine bulmuştum, 15 avroya. Bu kez de fena geçmedi.
Donmuşum tabii. Özellikle ellerim. Pazar yerinin karşısındaki, Viyana’nın ünlü kahvelerinden Savoy’a girdik ama yer bulmak ne mümkün. Kapının iç tarafında, sıcakta beklerken kahve siparişi verdik. Derken dipte bir masa boşaldı. Geçen yıl da bir arkadaşım ve koleksiyoner kocasıyla buluştuğumuzda bu masada oturmuş olduğumuzu fark ettim. Özellikle bu masa mı sık boşalıyordu? Olabilir. Tuvalete ve askılıklardan birine yakın. Ayrıca bar tezgahının arkasına girip çıkan garsonlar da buradan dolaşıyor. Ama yer seçecek halimiz yoktu. Şahane kahveler içtik. Lafladık. Yanımızda orta yaşlı bir Türk çift oturuyordu. Bizim gibi, kış günü dememişler, gezmeye çıkmışlar.
Bruegel randevumuz yaklaştığı için, masayı normalden kısa sürede boşalttık. Karda yürüyerek müzenin önüne vardık. Arkadaşlarımız, dünkünden de uzun bilet kuyruklarından birine girerek istikbale yönelik hamle ettiler. Biz şanslılar görkemli merdivenleri tırmanarak müzeden içeri adım attık. Vestiyerlerin olduğu alt kata indik. Batan bir mülteci teknesinden kurtulmak istermişçesine umusuzca çırpınan insanlarla doluydu burası. Heyhat, biz de o yolun yolcusuyduk. Çünkü çantaları ve kıyafetleri kilitli bir dolaba bırakmadan müzeyi gezmek imkansızdı.
Sibel çantalarla bir köşede beklerken, ben de boşalacak bir kilitli dolap kapmak için aporttaydım. Belli bir sirkülasyon vardı, ama bekleyenler kesinlikle daha çoktu ve ilk birkaç denemede, daha tecrübeliler karşısında nal toplamam kaçınılmazdı. Israrla devam etmek gerekiyordu: Übung macht meister!
Sonunda dolabını boşaltmaya doğru hareketlenen bir kadını çok önceden saptayıp, onunla senkronize bir biçimde dolabın önünde buluşmayı başardım. Şaşkın bakışlarının elbette bir önemi yoktu. İki kadın daha aynı avın peşindeymişler ve taş çatlasın on saniye sonra, daha kadıncağız kilidi açmamışken, dolabın önünde bitiverdiler. Öndeki kadın tavlayıcı gözlerle bakıyordu yüzüme, dolabı ona verebilir miydim acaba? Hiç şansı yoktu. Yüzü mermer zemine düşüp dağıldı. Sibel’e seslendim, eşyalarımızı tıkıştırdık ve üst katlara tırmandık.
İkinci katın sahanlığında bir gişe vardı. Tam olarak ne işe yaradığı anlaşılmasa da insanlar bir kuyruk oluşturmuş bekliyorlardı. Belki de giriş saati için bir ikinci onay almak gerekiyordu. “Geldik, buradayız. Zamanında vardık çok şükür!” gibi bir nida bekleniyor olabilirdi. Kuyruğa girdik. Belki de sadece bir robottuk artık, kuyruk görünce peşine takılan… Gişedeki kadın ayağa kalkarak kuyruğun oraya doğru değil de buraya doğru uzaması gerektiğini bildirdi bir süre sonra. Bunun üzerine tepemizin tası attı biraz. Sibel gidip durumumuzu sordu. İyi durumdaymışız. Kuyruktan ayrılıp bekleme salonuna geçtik. Burada artık, Brueghel’in şaheserlerindeki detaylardan büyütülerek yapılmış dev duvar panolarının altında bekliyorduk hiç olmazsa. Bundan sonrası…
Allahları var, çok bekletmeden aldılar. İlk salona girdik, burada ustanın siyah beyaz çizimleri vardı. Daha önce pek azını bildiğimiz, hiçbirinin orijinalini görmediğimiz şeyler. Kendi başlarına olduğu kadar tablolardaki detayların nasıl şekillendiğini anlamak açısından önemliydiler. Ben simyacılara özellikle takıldım. Sonra yağlı boyalarla siyah-beyazların harman edildiği ikinci salona geçtik ve orada dağıldık. Yağlı boya tabloların önü bir mahşer yerini andırıyordu. Brueghel’in resimlerinde sarhoşların domuz ahırına daldıkları bir sahne vardır. Onu gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Ama buradakiler gerçek sarhoşlar değil, yaratılmış sarhoşlardı. Resmin önünde kıpırdamadan duruyor, bir kısmı kulaklıktan anlatılanları dinlerken, diğerleri ellerindeki broşürden o tabloyla ilgili yazılanları okuyordu. Bu arada resme bakıyorlar mıydı, bakıyorlarsa görüyorlar mıydı, gördüklerinden ne sonuca ulaşıyorlardı bilemiyorum ama arkalarında biriken ve giderek bir kale kapısının önündeki daracık köprüde sıkışmış savaşçıları andıran kalabalığı zerrece umursamıyorlardı, ona eminim.
Önce siyah-beyazları dolaştım haliyle, oralarda pek fazla kimse yoktu. Hatta bir ara burada sahte Brueghel’leri mi kakalıyorlar acaba, diye şüpheye düştüm. Sonunda gözüm dönmüş, yağlıboyaların önünde sağı solu omuzlamaya başladım; İstanbul’da belediye otobüslerine binerken yapmaktan kaçındığım duruma Viyana’da, hem de bir müzede gönül indirerek. Bir yandan da içimdeki sesi bastırmaya çalışıyordum. Tamam hepsini kitaplarda gördüm ama buradaki, renkler, ışığın yapılışı… Kendimi tutmasam fırça darbelerine kadar götürecektim gerekçelendirmeyi, sanki fırça darbelerinden anlarmışım gibi.
Son salona kadar vardım böylece. Orada durum iyice ümitsizdi çünkü iki ayrı Babil kulesi tablosu duruyordu ve ikisine de değil yaklaşmanın, uzaktan göz atmanın bile imkanı yoktu. Ben de gidip dilenciler tablosuna baktım, ufacık tefecik olduğu için onunla ilgilenen yoktu. Buna karşın siyah beyaz arıcıların -o da ufaktı- önü insan kaynıyordu. Arıların kitlesel ölümü ve aç kalma tehlikemizle mi bağlantılıydı bu ilgi? Bilemedim.
İki maymun hikayesi yeni oldu benim için. Resmin yapılış katmanlarını -artık ultraviyole ışık altında mı bilemiyorum- soyarak kademe kademe açmışlar ve nereden başlayıp nasıl ilerlediğini gösteren bir dizi çizimi yan yana getirmişler.
Sonunda canımızı dışarı atmayı başardık. Kafamda geçen yıl gezdiğimiz Avignon’daki o minik müzeye şükranlarımı sunuyordum. Orada, o hiç beklenmedik yerde bir Bruegel ve bir Bosch’a yan yana bakma şansı bulmuştuk. Ortada bizden başka kimse yoktu. Körler, ardı ardına uçurumdan aşağı yuvarlanıp duruyorlardı ve biz ferah feza yayılarak düşüşlerini izliyorduk. Ne şaşırtıcı bir karşılaşmaydı. Oysa buraya çok daha fazlası için gelmiştim ama beni şaşırtan Bruegel olmamıştı.
O görkemli saray merdivenlerdeydik işte bir kez daha ve Bruegel’in yapamadığını başka bir şey yaptı. Sarayın giriş sahanlığının tam ortasında bir gelin, post modern bir tanrıça heykeli gibi kıpırtısız duruyordu. Ne çevresinde akan insan selinin ayırdındaydı, ne kapı açıldıkça içeriye üfüren soğuktan etkileniyordu. Gelinlik uzun kolluydu ve başı, gelinliğin bir devamı olarak tasarlanmış türbanla örtülüydü. Kadın sadece bu dünyaya değil, olası bütün dünyalara meydana okuyarak orada duruyordu. Biz merdivenlerden aşağı inip yanından geçene kadar gözlerimizi ondan alamadık, o ise bütün bu zaman zarfında kılını kıpırdatmadı. O kadar şaşkındım ki bu gerçekten ölümsüz kareyi, kayda almayı başaramadım.
Müzeden çıkınca, aradaşlarımızla buluştuğumuz Saigon Vietnam lokantasında kızarmış çıtır ördekleri götürürken de aklım hep o gelinliğin beyazında gezinip duruyordu ve o beyazlıktan kaçmaya çalışırken, bir kez daha Bruegel sergisindeki yıkıcı kalabalığın içinde buluyordum kendimi.
Kamusal alanı resmetmeyi seviyordu yaşlı Bruegel ve o kamusallıkla bugün müzede gördüğümüz ya da şimdi Noel Pazarı’nda görmekte olduğumuz kamusallık arasında, neredeyse zamanı sıfırlayan bir geçişkenlik varmış gibi geliyordu bana. Belki bunun giderek pekişmesinde parkın girişinde müzik yapan at kafalı iki akordeoncunun ve onların biraz ilerisinde çektiğimiz selfie’de görünen ablak suratlarımızın da etkisi vardı. Çamura dönmüş karların içinde debeleniyorduk, akşam alacası çöküyordu ve birazdan önce buradaki, sonra evdeki ahbaplarımızdan ayrılarak bir gece treniyle Bratislava’ya dönmek için yola koyulacaktık.
Bir akşam treniydi bu. Dışarısı yoktu. Sibel gündüz müzeden aldığı broşürü okurken, daha sonra tarihe 80 Yıl Savaşları olarak geçecek Katolik-Protestan kapışması döneminde yaşayan Bruegel’in, gençliğinde bir ara minyatürle uğraşan bir ustanın yanında çalıştığını söyledi. (Usta 1533’te bağlı bulunduğu loncanın talebiyle halı ticareti için İstanbul’a gelip bir yıl kalan; Türklerin gelenekleri ve giyimleri isimli yedi adet ahşap baskı gravür yapan Pieter Coecke van Aelst imiş. Birden bir ampul yanmış gibi -her ne kadar artık hiç ampulden bahsetmek istemesem de-; Brueghel’in o tepeden bakan tuhaf perspektifi ve bunca kalabalık yerleştirme nereden geliyor olabilirdi ki? Ama canımı sıkan bir şey de oracıkta beni bekliyordu. Yıllardır sevdiğim ressamın onca resmine bakmıştım da, nasıl bir hayatı olduğunu okumayı akıl edememiştim demek ki. Bu nasıl bir akılsa artık!
“Çok da fazla üretmemiş “dedi Sibel, tekinsiz akışı keserek.
“Evet ama, her biri içinde on-on beş ayrı tablo barındıran bir ressamdan söz ediyoruz,” dedim bilmiş bilmiş. “Kaldı ki kaybolup gitmiş işleri de vardır herhalde.”
Bütün hayatının en fazla 44 yıl sürmüş olabileceğini bile döndükten sonra Miskolc’da öğrendim.
Bratislava tren garında indik, ayaza çıktık, bir süredir askıda olan hayat yeniden devinmeye başladı. Ama bizim için çok sürmedi. Dairemiz hemen oracıktaydı. Bira eşliğinde bir şeyler atıştırdık. 21.30’da sürünerek yatak odasına doğru gitmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Kaç gündür ilk kez, deliksiz uyumuşum.