I.
Denizin ortasından fışkırmış bir kütle, bir kaya parçası. Daha ne kale var, ne vadilerin girinti çıkıntısı, hatta ne de ağaçlar. Suyun üzerinde dinlenen o kaşalot gövde…
Ada, en baştan biçimini deklare eder.
Sonra, an be an yaklaştıkça, tezgaha yayılmış bir top kumaş gibi, o yekpare gövdede kimi kıvrımlar, ışıklar ve gölgeler belirir. Birden düz bir çizgi sandığınız şeyin, bir liman ağzı olduğunu görür, şaşarsınız.
Büyük-küçük fark etmez, adaya limandan girilir. Andromikos gibi kaçak olarak ıssız bir adaya doğru kürek çekmiyorsanız tabii ve üç aşağı beş yukarı bütün ada limanları birbirine benzer: Gümrük binası, sahil güvenlik botu ve balıkçı tekneleri, kordon boyuna sıralanmış dükkanlar, kilise ya da cami, kale…. Gördüklerim içinde tek aykırı örnek İmroz limanıydı. Orada askeriye için kurulmuş yapay bir limana inersiniz ve daha o ilk anda, adada, yakın zamanda bir şeylerin ters gitmiş olduğunu ve bu tersliğin sürdüğünü anlarsınız.
Geminin gelişi adanın rutininde önemli yer tutar, küçük ya da büyük bir dalgalanma yaratır mutlaka. Dönüp tekneden limana çıkmak için toplaşmış insanlara bakıyorum, hepi topu 15-20 kişi kadarız. Belli ki bizimki hayli küçük bir dalga olacak. Yine de gümrük binasının çıkışında şimdiden yerini almış adalı esnafı görebiliyoruz. Haziran başı, hafta içi, okul tatili başlamadı ve bizim tarafta Ramazan ayı hüküm sürüyor. Yoksa Çeşme’den Sakız’a doğru çok daha büyük bir kalabalığın akıyor olması beklenir; teknenin hacmi de bu konuda bir şüpheye yer bırakmıyor.
Antikçağ’da adına Arşipel denilen, Türkler’in 11. yüzyıldan itibaren Adalar Denizi olarak adlandırdıkları ve mitolojiye inanırsak rahatlıkla bir Yanlış Anlaşılmalar Denizi olarak da nitelenebilecek Ege denizi, Girit’ten Limni’ye, güneyden kuzeye üç bine yakın irili-ufaklı adadan oluşuyor.
Braudel, efsanevi kitabı Akdeniz’de adaları anlatırken: Kaynakları olan ama bolluktan nasiplenmemiş, kanun dışıların ve fakirlerin sığınağı bu içe kapalı mekanların, bazen ekonomik sürecin parçası haline gelip, kültürel geçirgenlikte önemli roller de üstlendiklerini yazar.
Sakız, hem Ege denizindeki konumu hem de bereketli topraklarıyla bu tanıma uyan örneklerden.
Çeşme’den kalkan tekneyle adaya doğru yol alırken, bütün bu adaların aynı tektonik hareketin mahsülleri olduklarını, dolayısıyla ortak bir Ege adaları DNA’sından da söz edilip edilemeyeceğini düşünmüştüm.
Şimdi son manevraların tamamlanmasını beklerken, dönüp arkama bakıyorum bir an için. 40 dakika önce terk ettiğimiz Çeşme’nin post-modern rüzgar gülleri seçiliyor karşı tepelerde. Birazdan adaya ineceğiz ve aradaki zaman saatle ölçülemeyecek biçimde başkalaşacak.
II.
Herhangi bir adayla kıyaslandığında Çeşme çok daha okunaklı görünmüştü başlangıçta gözüme. Tekneden seyrederken minyatürlere yakışan kalesi ile merkez de idare ediyordu, her ne kadar arka tepelere doğru tırmanan evler hafif bir çapak yaratsa da.
Yanılmışım!
Ancak tekne hareket ettikten ve yandaki koylar ve tepeler görüş alanımıza girdikten sonra, ortaya çıkan otel ve site gulyabanilerini görünce, TC gerçeği bir kez daha dank etti kafama. Türkiye’nin birçok yeri gibi Çeşme de bir günde kuşatılmadı tabii. Kökü yüz yıl önceye uzanan bir hikayesi var bugünkü “mimari”nin.
Kolaylık olsun diye, 14 Mayıs 1914’ü kerteriz alabiliz. Bu Hilmi Uran’ın Çeşme Kaymakamı olarak göreve başladığı tarihtir. TC’nin kurulmasından sonra, 3. dönemden itibaren, 1946’ya kadar 6 dönem üst üste Adana milletvekili olarak seçilen ve bu arada Bayındırlık, Adalet ve İçişleri bakanlığı görevlerinde bulunan, arada CHP genel sekreterliği ve genel başkan vekilliği görevlerini yürüten, tipik bir derin devlet simasıdır Hilmi Uran. Uzun kariyerinin başlangıcı da, Çeşme’den Rumların kovulması sırasında gösterdiği yararlılığa dayanır.
Hilmi Uran, 1959 yılında bastırdığı anılarında, o meşum 1914 Mayıs’ını anlatırken, “bu şirret halk” diye bahsettiği Rumların haksızlıklarından söz eder uzun uzadıya, daha sonra Cumhuriyet dönemi boyunca da kullanılacak devlet dilinin yetkin bir örneğiyle.
Oysa biliyoruz ki, Balkan Savaşı sonrası, Balkanlar’daki Müslümanlar canlarını kurtarmak için büyük bir göç dalgası oluşturmuştu. İttihat-Terakki yöneticileri de, kovalanan bu göçmenleri, kovalayacakları Rumların topraklarına ve evlerine yerleştirmeyi bir devlet politikası olarak benimsemiş ve kararlarını çeteler aracılığıyla uygulamaya koymuştu.
Uran’ın Çeşme’ye kaymakam olarak atanmasından iki hafta sonra, tam 40 bin Rum malını mülkünü bırakıp, Sakız Adası’na kaçmıştı. Uran’a göre bu “durup dururken” bir kaçıştır. Tıpkı kısa süre sonra Ayvalık’tan da durup dururken bir kaçış olacağı gibi. Bir de Foça’da, 1914’ün Haziran ayında, durup dururken kaçmayıp katledilenler var. Münferit hadiseler bahsinde ele alınacak!
Rumlar Çeşme’den gidince olanları da Uran’ın anılarından takip edebiliriz:
“Bize gönderilen muhacirlerin çoğu köylü idi ve Rumeli’nin yüksek ve sert iklimli yerlerinden geliyorlardı. Bunlar Çeşme’nin ne iklimine ne de zirai karakterine intibak edemeyecek kimselerdi; nitekim edemiyorlardı. Mesela, anasonu hayatında ilk defa görenler vardı ve bu bilgisizlikleri dolayısıyla onları, daha tarlada iken hayvanlara yedirmeye kalkışanlar olmuştu.
Her ev hemen işgal edilmediği için evlerde götürülmeyip de Rumlar tarafından öylece bırakılan eşya da bir müddet, evler gibi sahipsiz kalmıştı. Bu gibi sahipsiz eşya, hiç hırsızlık olacağı akla bile gelmeksizin, evlere girilip alınıyor ve götürülüyordu ve bunu kimse gayrı ahlaki telakki etmiyordu. Çünkü bu eşyaya adeta mübah mal gözü ile bakılır olmuştu. (abç)
Bu itibarla, bizim büyük bir meşgalemiz de evleri, mağazaları ve dükkanları gezerek bu eşyadan lüzumlu görülenleri bir an evvel Hazine adına toplamak ve depo etmek olmuştu.
(…) Bir taraftan da her köyde bağlar ve tarlalar oradaki muhacirlere dağıtılıyordu. Fakat muhacirlerin büyük çoğunluğu bağcılıktan ve onun ne bakımından, ne de mahsülünün kurutulmasından haberdar değildi. Çeşme ise daha ziyade bağcı bir memleket idi.
İlçeye iskan edilen Müslüman muhacirlerin bu bilgisizlik, bu sahipsizlik ve bakımsızlık içinde dahi yine sıhhatlerini muhafaza ederek, hatta neşe içinde yaşayabilmiş olmaları biraz da onların hayat standartlarının esasında pek düşük olmasından ve yaşamak için zaten ince eleyip sık dokuyan kimseler olmamalarındandı.”
Aradan yüzyılı aşkın zaman geçtikten sonra o zaman başlayan doku uyuşmazlığının, bugün halen devam ettiğini tespit etmek kalıyor geriye.
III.
Gümrükten çıkıp sabahın çiğ ışığında, hemen oracıktaki yan yana dizilmiş rent-a-car’cılara doğru yürüyoruz. Ayırttığımız otomatik vites Nissan Micra henüz 2500 kilometrede. Ada yolları için ideal. Birimiz arabada beklerken, diğeri bankada döviz bozduruyor. Dolardan Euro’ya geçtik. Pek kolay olmadı ama. Bankadaki görevli dolarların seri numaralarını yazmış tek tek, pasaport bilgilerinin altına. “Kırk kişiyiz kırkımızda birbirimizi biliriz” hikayesi.
Türk araba kiralama şirketinin, Sakızlı Rum müdürü gayet akıcı bir Türkçeyle, Karfas’a gitmemizi tavsiye etmişti. Adanın turizm mabedi!
Biz de bir an evvel denize girelim telaşıyla o yöne çevirmiştik rotayı. Ama yolda arabaya alışmaya çalışıp, benzinci ararken sapağı kaçırmışız. Geri dönmek anlamsız olacağı için ilerledik. Geziyoruz sonuçta. Yeşillikler içinde epey gittikten sonra tali bir yoldan adanın güney ucuna yakın Emporios’a indik. Deniz kıyısında ufak bir köy. Üç tane taverna var sahilinde. Korunaklı, uzun bir ahşap iskelesi de var.
Kahve ve metaxa söyleyip bir tavernaya oturduk. Deniz cazip gelmedi. Oysa hemen biraz ilerideymiş adanın en iyi plajı Mavra Volia; volkanik bir kayanın dibindeki ikiz koylar. Bütün kumsal siyah yuvarlak taşlarla kaplı. Denizin içinde de kesintisiz devam eden taşlar binlerce yıl içinde öyle yuvarlanmışlar ki, insan taşa değil de kuş tüyü bir yatağa uzandığı hissine kapılıyor. Daha sonra iki kez denize girme imkanı bulduk; rahatlıkla söyleyebilirim ki Mavra Volia’nın kara-serin sularında yüzdükten sonra, başka bir denize gönül indirmek hiç kolay değil.
Tavernadan kalkınca daha önceden saptadığımız Kataraktis köyündeki pansiyona gittik. Ilgın ağaçlarının altında iki taverna, daracık sahil, birkaç ev ve koyun sonunda Ostria… Danışmada 60 yaş civarında iri yarı bir adam oturuyordu. Adı Nikos. Denize bakan genişçe balkonlu odayı tuttuk.
Mayolarımızı giyip, tavernaların olduğu yere döndük, şamata yapan ergen kız ve oğlanlarla (burada başka ne yapılabilir ki?) birlikte, git git derinleşmeyen tipik bir kuzey Ege denizinde yüzer gibi yaptıktan sonra, 20’lik uzo (Kazanisto) eşliğinde bir şeyler atıştırarak nefsimizi köreltip, siesta’ya çekildik.
Hava kararmadan önce odadan çıktık, arabayla dolaştık ve sonunda Karfas’a vardık. Girişinde ve çıkışında yamaçlara yerleşmiş fevkalade güzel, lüks, bakımlı evlerin olduğu bir belde. Merkez, yan yana restoran, kafe ve barlardan oluşmuş bir beach’ler toplamı: Şezlonglar, şemsiyelerle dolu nispeten genişçe bir kumsalı olan sahil, sığ deniz ve bardak başına yarım kilo buz. Birkaç tur attıktan sonra, sahildekiler yerine iç taraftaki bir tavernayı tercih ettik. Masalar Karfas’ta yaşayan -en azından yazın- çoğu orta yaştan Avrupalı çiftlerle doluydu ve biz orada oturduğumuz sürece de gelmeye devam ettiler. Lokantadan çıkınca, bir barda eğleştik, sonra kaçarcasına uzaklaştık Karfas’tan ama kurtulunması kolay bir yer değilmiş belli ki, ertesi akşam, hem de kalacak yer aramak için, yolumuz yine oraya düşecekti.
IV.
Gördüğüm kadarıyla banyo meselesi Yunan turizminin topal ayağı. Turizm konusunda bu kadar yetkin bir halkın -gerek adalarda gerekse ana karada-, 4 yıldızın altındaki hemen bütün tesislerde banyo dersinde takılıp kalmış olmasını ancak kültürel bir boşlukla açıklayabiliyorum. Tuvaletler her zaman sıkış-tıkış, kapaklar bir türlü havada durmuyor. Peki o duş teknelerine ne demeli? 60’a 60 bir tabutluk. İçinde dimdik durabilirsiniz, eğer kafanızın duş aparatına çarpmasına aldırmıyorsanız. Üstüne bir de yıkanmak istiyorsanız, banyoyu su basması kaçınılmaz, sabunlanmak için yaptığınız akla ziyan figürler de cabası. İnsan buradan Cirque de Soleil’e gidebilir. Üstelik ufak tefek insanlar da değil bunlar. Mesela Nikos, bu duşa girse yarısı dışarda kalır.
Ostria’dan ayrılırken, bu nasır bağlamış sorunu Nikos’a açıp, sabah sabah canını sıkıp sıkmama konusunda mütereddit kaldım. Bütün o para alışverişi ve vedalaşma faslı sırasında konaklamamızla ilgili bir şey sormayınca, ben de çenemi tuttum. Tam ayrılırken, durdurup tezgahın üzerine bir ada haritası açtı buna mukabil; önce harita üzerinde bulunduğumuz yeri işaretledi ve sonra da gidip görmemiz gereken yerleri daire içine aldı tükenmez kalemle ve bir bilen edasıyla “Follow my instructions”, diye tembihledi.
Yola koyulduk ve bir süre sonra anladık ki Sakız adası, dört temel ağacın hükümranlığı altında…
Sakız: Altı bin yıldır buranın alamet-i farikası. Savaşların sebebi, özerkliğin güvencesi, yılda 4 milyar dolarlık pazar. Ağaçtan çok çalı ve yaz kış yapraklı. “Biz sakızı keyfe tüketemeyiz,” diyordu adalı bir kız, okuduğum bir söyleşide.
Zeytin: Ege ve Akdeniz’in tarihiyle özdeş. Dolaşırken daha çok estetik boyutuyla büyülüyor beni. Gövdesi Afrika masklarını andırıyor dikkatli bakıldığında ve güneşli bir ikindi, meltem eserken yapraklarının parıltısını seyretmek, ömre değer.
Okaliptüs: Bir adada bunca çok olması şaşırtıcı geldi. Hep bataklık kurutmaya yarar diye bellemişiz. Meğer 400’e yakın türü varmış. Bizim buralardaki Tazmanya’dan gelme Globolus.
Bir kere alıştıysanız (tohum dökmesine, deri değiştirmesine, kokusuna ve seyrine elbette) nereye gitseniz gözünüz arar. Pirgi’nin girişindeki iki yanı okaliptüslü yol müthiş!
Çam: Genellikle sadece fıstık çamları olduğunda ismi zikredilir. Bazı şeylerin değeri yokluklarında anlaşılır sözü, çamlar için söylenmiş olabilir.
Flora açısından zengin bir ada. Son gün merkezde bir kitapçıda bakınırken, adanın genel ve endemik bitkilerini gösteren oldukça hacimli bir kitap karıştırdım.
Yolu bol bir ada. Ufacık bir köye bile iki-üç ayrı noktadan girip kaybolmak mümkün. GSM filan da kar etmiyor. O kadar çok viraj, sapak ve tali yol var ki; bir süre sonra dağılıyor “kadın”: Şimdi çataldan ikinci çıkışta sağa sap, sonra sağa sap, sonra sola sap, sonra sağa sap… En iyisi bu ızdıraba son vermek. Kaybolmak daha kötü olamaz ki.
Adanın merkeziyle batısını birbirine bağlayan kilit yer ortadaki Kambos. Bernard Randolph’un yazdığına göre burası zamanında Cenevizliler tarafından kurulmuş bir yerleşim. Cenevizliler derken, Sakız’ı kolonileştiren aristokrat kesimden söz ediyoruz. Şahane duvarlarla çevrilmiş, son derece bakımlı bahçeler, şiir gibi binalar. Sakız’da dolaşacaksanız burada konaklamak gerekir. Ulaşım açısından, adanın kalbi.
V.
Dört günde 250 km. yol yaptık. Güney ve güneybatı kesiminde iyice derinlere indik. 2012 ve 2016’da yaşanan iki büyük orman yangınının kavurduğu o tuhaf peyzajın içinde, indik-çıktık, indik-çıktık. Kilometreler boyunca, yanmış tepelerden başka bir şey görmediğimiz oldu. Bir süre sonra gözlerimiz ilk yangın yerlerini ayırt etmeyi öğrendi. Yanmış ve şimdi küllerinden yeniden doğan tabiatın, özellikle akşam ışığında sunduğu manzara, sihirbazın şapkasından kuşlar çıkarmasına benziyordu.
Bu bölgelerde in-cin top oynuyordu kolayca tahmin edileceği gibi. Birçok Ege adasında görebileceğiniz başıboş ya da sürüler halinde gezen hayvanlardan ve çobanlarından eser yoktu. Ne de nereden çıkacağını kestiremediğiniz papazlardan. Yine de bizim görmemiş olmamız bir anlam ifade etmez, insanın olduğu hiçbir yerde bir çift gözden kaçmak mümkün değildir çünkü.
Kambos, ulaşım açısından adanın kalbi olabilir, ama Sakız’ın ruhunu görmek istiyorsanız biraz daha içerilere girip, tepelere tırmanmanız gerekiyor.
Pyrgi: Geometrik desenlerle bezeli minik evler, daracık sokaklarda yan yana dizilmişler. İlk bakışta bir Arap etkisi yaratıyor insanda (belki Endülüs). Eskiden Ceneviz kolonisiymiş. Ortaçağ’da Venedik ve Ceneviz, Adalar Denizi’ni paylaşmışlar. Sakız, Cenevizlilerin payına düşmüş. Onlar da kendi senyörlerini, plantasyon sahiplerini, tüccarlarını getirmişler. Kambos’ta oturan azınlık bunlarmış. Ama Pyrgi’de olduğu gibi, Rum köylüleri de Ceneviz mimarisinden etkilenmişler. Niye Cenevizliler peki? Çünkü tekneleri için daha büyük yelkenler yapıp daha uzağa gitmek ilk onların aklına gelmiş.
Köye vardığımızda yağmur atıştırmaya başlamıştı. Meydandaki kahvenin karşısındaki şemsiyenin altına oturduk. Kahvenin önündeki tentenin altında ise yan yana dizilmiş her yaştan Sakızlı erkekler, içeceklerini yudumlayıp sohbet ediyorlardı. Sibel, tonlamalarının Türkçe’deki gibi olduğuna dikkat çekti. Öyle ki, sanki ne söylediklerini duyabilsek, konuştuklarını da çıkartabilecektik.
Evlerin kapıları açıktı. Çoğunun önünde siyah giysileri içinde yaşlı kadınlar, sandalye ya da tabureleri üzerinde oturmuş dünyayı seyrediyorlardı. Yağmur hızlanınca kalkıp eşiğin bir karış içine çekildiler, ama sokakla bağları kopmadı. Evlere ancak uyumak için girdiklerini düşünüyordu insan ister istemez.
Yukarıdan, ara bir sokaktan, iki Türk konuşarak geldiler, ahmak ıslatana aldırmaksızın. Biri diğerine “evi satsan, evi alsan, he…” gibi bir şeyler söylüyor, sonra sil baştan aynı nakaratı tekrarlıyordu. Uzun bir kaydırma gibi izledik geçişlerini.
Sokaklar dar ve çoğu çıkmaz. Kafanızı kaldırdığınızda gökyüzü yerine cumbaları, balkonda oturmuş örgü ören kadınları görüyorsunuz. Kamusal alandan söz etmek anlamsız. Evlerin sokağa bakan yüzlerinde, kapının hemen yanındaki duvarlarda musluklar var, sokağı orada oturanlar yıkıyor belli ki. Her üç-dört evden birinin kapısında ayrıca süpürge ve faraş duruyor. Yıkamadıkları zaman, demek ki… Bütün sokakların iki yanı beyaz kireç badanalı. Bazı köşelerde büyükçe evler de var: Konaki! Fakat sayıları bir elin parmaklarını geçmez.
Tamam ada hayatı içe kapanıktır ama bu kadar tepede ve böylesine dip dibe ve korunaklı yerleşimler kurmakta korsan korkusunun da büyük payı var. Akdeniz’de korsanlık tarih kadar eskidir ve genellikle bir büyük devletin himayesinde yapılır. Günümüz devlet-mafya hikayelerinde olduğu gibi.
Mesta: Güneybatıda ortaçağdan kalma bir başka köy. Belki de kale köy demeliyiz. Çünkü bir kale gerçekte ve etrafında dönüp dursanız bile her iki girişi de kolayca gözden kaçırmanız mümkün. Dar ve karanlık sokaklara girdiğinizde buranın dairesel bir labirent olduğunu anlıyorsunuz. Merkezde bir meydan var ama o bile karanlık. Bütünüyle klostrofobik. Ancak meydanın dibindeki kilisenin kulesine çıktığınızda ve oradan köyün üstünü bütünüyle kuşatan paslanmış su tanklarına ve çanak antenlere baktığınızda, biraz nefes alabiliyorsunuz. Oysa geceleriz diye gelmiştik.
Vessa: Mesta’dan daha kuzeyde, Lithi’ye giderken gördüğümüz bir ortaçağ köyü daha. Her şey pinekleme halinde: çınarın gölgesinde tavernada içen üç adam, eski kentin girişinde sandalye üzerinde uyuyan ve önünden geçerken kedi gibi gözlerini açıp selam verdikten sonra tekrar uykusuna dönen 80’lik nine, köpekler, taşlar… Enginarları bile toplamamışlar; olağanüstü morluklarıya bu düşsel dünyaya başka bir boyut katıyorlar. On dakika durduk durmadık ama o rüyanın içine düşmüşüz belli ki. Vessa’dan çıkınca Lithi sapağını kaçırdık ve bunu ancak kilometrelerce sonra fark edebildik. O uzun haziran akşamının bile sonuna yaklaşıyorduk ve kalacak bir yerimiz yoktu. Pek gönüllü olmasak da direksiyonu Karfas’a kırdık.
VI.
Sabah erkenden Karfas’tan kaçtık. Önce Mavra Volia’nın siyah sularında deniz, sonra ver elini Sakız Müzesi. Müzeyi bir gün önce geçerken görmüştük, Pyrgi yolunda, çıplak bir tepenin üzerine kurulmuş, tozlu topraklı bir yoldan ulaşılan, etkileyici bir yapı. Ama önüne kadar geldiğimizde gördük ki kapı duvar. Oysa web sayfalarına bakmıştık bir akşam önce ve 11.00-17.00 arası açık görünüyordu. Biz kös kös kapıyı seyrederken bir kız geldi ve “Kapalı!”, dedi. “İyi de neden?” Bir toplantı varmış.
Dönüp merkeze geldik ve kale içindeki pansiyonumuza yerleştik. İki odalı, terası olan bir daire. Çıkıp, limana paralel çarşıda dolaştık bir süre. Dönüp terasta oturduk, derken uyumuşuz. Akşam beş gibi yola çıktık. Güneşin kavuruculuğu azalmıştı ve biz de şehrin ara sokaklarından geçip, kıvrıla kıvrıla yükselen bir ormanlık yoldan dağa doğru tırmandık. 15 kilometre kadar böyle gittik. Yükseldikçe adanın çeperi ve denizin üzerindeki diğer noktalar belirginleşti. Zirveye yakın, tali bir toprak yoldan yüz metre kadar indik. 11. yüzyılda yapılmış, Unesco’nun koruma listesinde yer alan Bizans Manastırı Nea Moni oradaydı.
Tam manastırın girişinde bir dizi servi ağacı duruyordu. Kadim ağaçlardı bunlar, öyle heybetlilerdi ki bir benzerlerini Eyüp ve Karacaahmet mezarlıklarında da görmüşlüğüm yoktu; belki Le Guin kitaplarında okumuş olabilirim; ya da Evliya Çelebi’nin, diğer bütün bahçeler onun yanında hiç mertebesindedir, diye anlattığı Arkanoz Bahçesi’nin servileriydi bunlar. Avluda da o serviler nöbetteydi.
Kilisenin ana girişinde yaşlı bir kadınla, tek çocuklu genç karı-koca oturuyorlardı. Yaşlı kadın servilerin dibinde huşu içinde durduğumuzu görünce, kalkıp yanımıza geldi. İçeri girmemiz gereken kapıyı gösterip, mum yakmamızı işaret etti. Epey yıpranmış altın varaklı mozaiklere baktık. İçeriden diğer bölüme geçilen koridorun zemin mermerlerini tamir ediyorlardı. O yüzden ana bölüme geçebilmek için tekrar dışarı çıktık. Tam ana binaya gelirken, orta yaşlı bir papaz geldi, bahçedekiler hamle edip sırayla papazın elini öptüler. Biz de sıradaydık neredeyse, papaz da bir an için elini uzatacak gibi oldu, sonra durumu anlayıp selam verdi ve girişi gösterdi.
Sadece köşe taşları kalmış keşiş hücrelerinin olduğu bölümlere baktık, suni bir platformun üzerinden. Muazzam bir doğanın içinde insan kendini niye bu kadarcık bir yere sıkıştırır ki?
O keşiş hücrelerine bakarken, ortodoks Rum mimarisinin gündelik hayattaki dar, alçak tavanlı odalarıyla bu keşiş hücreleri arasında bir geçişkenlik var mıdır acaba, diye düşündüm. Sanki halk dini önderlerinin çilehanesini, olabildiğince kendi gündelik yaşamının içine sokmaya, onlarla bu yolla da bütünleşmeye çalışmış gibi. Ama çoğunlukla gerçek çok daha basittir. Evler öyle, çünkü adalılar gerçekten yoksul insanlar. Çok çocukları olur, kızlar için başlık parası biriktirmek zorunludur, oğlanlar da genellikle ana karada bir yerlere kaçıp, emekliliklerinde, anılarını tazelemek için dönerler adaya. Onları bugün de ikindi tavernalarında geviş getirirken görebilirsiniz.
Manastırdaki binaların çoğu kapalıydı. Bahçenin kuytu köşelerinde dolaşıp fotoğraf çektik. Taşları, çeşmeleri, su arklarını inceledik ve sağdaki tek katlı binayı ancak çıkmak üzereyken fark ettik. Kapısı açıktı. İki basamakla indik odaya, köşede iki raflı cam bir büfe duruyordu ve içi silme, pırıl pırıl parlayan kafataslarıyla doluydu.
1909 Adana katliamı, 1915 soykırımı, Dersim, Trakya olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül’ü öğrenmiştim zaman içinde ama Sakız katliamından haberim yoktu doğrusu. Sakız isyanını tarih kitaplarında okumuş olmalıydık bir dönem. O zaman hiçbir şey ifade etmeyen, bir şey ifade etmemesi için ayrıca çalışılmış olan şey, şimdi kafatasları olarak karşımızda duruyordu işte.
Anladığım kadarıyla, Mora İsyanı ile başlayan Yunan bağımsızlık savaşı sonrasında, 1822 yılında Sisamlı balıkçılardan bir kısmı -ki tarihte Ege’nin en sefil ve sefih ada halkı olmak gibi bir şöhretleri vardır, nedense?- Sakız’a gelerek, kulağının üzerine yatmış Sakızlıları harekete geçirmek için birkaç resmi binayı ateşe verip, bazı Osmanlı görevlilerini öldürmüşler.
Bizde öteden beri şahsi suça şahsi ceza ilkesi işlemez. Özellikle de devlete karşı suçlarda. Padişah bir fermanla 40 bin asker yollayıp, herkesi duman etmiş. Tıpkı şimdi doğu vilayetlerinde olduğu gibi. Devletin suçluluları bulmaktan daha önemi işleri vardır. O cezayı toptan keser, gerisini kim düşünürse düşünsün. Dağlara tırmanmış binlerce asker kadınları, çocukları, papazları kılıçtan geçirmişler bi güzel!
Sorunun çözülmediğini, böyle çözülmediğini biliyoruz; en azından biz, birkaç kişi.
Karandiru’nun “Sonsuzluk Ve Bir Gün” soundtrack’iyle Anavatos’a doğru ilerledik. Girdiğim en uzun çıkmaz sokaklardan biriydi. 10 kilometre kadar bir tepenin etrafında dolaşa dolaşa alçaldık: Ne sürülmüş bir tarla, ne hayvan, ne tabela… Tekinsiz bir yere doğru gittiğimiz duygusu sarmıştı içimizi.
Camekanda sergilenen kafataslarını düşünüyordum bir yandan da. Aradan nerdeyse iki yüz yıl geçtikten sonra, hala kafataslarına bakıyor ve baktırıyor olmakta da bir patoloji yok mu? Gerçi Eco’dan öğrendiğimiz kadarıyla kiliseler ve kafatasları Hıristiyan aleminde harcıalem bir mevzudur. Yine de insan düşünmeden edemiyor? Yani bir yandan katillerin ahfadı gelip paracıkları Leyla’ya bastırsın diye dua edeceksin, öte yandan gelenleri kafataslarını görmeleri için dağa yönlendireceksin. Bence doğrusu, Sakız limanının önüne katliama ilgili bir anıt dikmek ve yanına hikayeyi de anlatan bir açıklama koymak olurdu. Beğenmeyen gelmesin!
Nikos’u düşünüyordum, onun çizdiği güzergahı izlemeyi sürdürürken. Ama sözüm kimeydi? Nikos’a olmadığı kesin, artık bildiği yoldan şaşmazdı bana kalırsa. O tabutluk banyoları söyleseydim belki onun bir faydası olurdu, ama ondan bile emin değilim. Kaldı ki birilerini ayartmaya çalışıyor da değildim. O zaman bunları düşünüp yazmanın anlamı ne? Belki şu, ancak yazarak toparlayıp, netleştirebiliyorum uçuşup duran şeyleri. Hiç değilse bir an için.
Anavatos: Arabayı girişin dışında park edip, biraz ilerideki tavernaya doğru yürüdük. Masalar bahçedeydi, sandalyeler dizili, ama ortalıkta kimse yoktu. İlerde bir Art-House tabelası vardı, sağdaki ince bir yoldan hafifçe tırmanmaya başladık. Nihayet, ağaçların arasındaki bir evden televizyon sesi duyuldu ve eşzamanlı köpekler havlamaya başladı. Ama hepsi bir efekt de olabilirdi, çünkü ne televizyonu gördük ne de köpekleri. Art House da kapalıydı.
Başlangıç noktamıza dönüp, bu kez ilerideki kale köye doğru yürümeyi denedik. Hemen yolun başında karşılıklı iki ev vardı. O kadar küçüklerdi ki, eğer çocuklar için yapmadıysalar, burada cüceler yaşıyor olmalıydı. Yol kısa sürede, geniş merdiven basamaklarına dönüştü. Hemen solda, biraz aşağıda kalan evin dört yanı parmaklıklarla kapalı yüksek bahçesinde eski bir otomobil duruyordu ve oraya giden bir yol olmadığına yemin edebilirdim. Merdivenin başladığı noktada ise terk edilmiş kule ev yükseliyordu. Zerdüştler’in sessizlik kulelerini andırıyordu yapı. Sonrasında iki yanda tepeye doğru yükselen binaların hepsinde de aynı sessiz çığlık yankılanıyordu.
Derken daha ileri gitmemizin tehlikeli olacağını gösteren bir tabelayla karşılaştık. Orada yazdığına göre her an bir taş düşebilir ya da bir duvar yıkılabilirdi. Biz de tavsiyeye uyduk, ki iki gün sonra yaşanan depremde, bu söylenenler rahatlıkla gerçekleşmiş olabilir. Yolun sonunda sarp kayalıkların üzerine kurulmuş burçlar varmış ve aşağıda engin bir deniz. 1822’de canını kurtarmak için buraya kadar kaçabilmiş olanlar, sonunda kurtuluş olmadığını anlayınca, düşmana teslim olmaktansa, kendilerini bu burçlardan aşağı atarak intihar etmişler.
Daha Lithi’ye gidip akşam yemeği yiyecektik. Sıkıntılı havayı dağıtmak için yol boyunca hanidir gitmeye çalışıp bir türlü ulaşamadığımız Lithi’nin var olup olmadığı üzerine çeşitlemeler yaptık bir süre.
Lithi: Denize nazır yüksekçe bir tepe, içerdeki köy sıradan ama çeperine varlıklı insanlar bahçeli, geniş sayfiye evleri yapmışlar. Sahilinde ise devasa balıkçı lokantaları var. Otobüslerle turist getirilen yerlerden. En baştaki, en ufak lokantaya oturduk. Onun da duvar dibindeki tek masasına sığındık aslında. Öyle bir rüzgar vardı ki, insanın içini titretiyordu. Deniz çalkantılıydı ve belli ki son demlerine yetişmeyi umduğumuz günbatımının tersi istikametteydik.
VII.
Akşam Sakız limanının hali bir alemdi. Oturmuş biralarımızı yudumlarken, bize öyle geldi ki adada yaşayan kim var kim yoksa geçti önümüzden.
Piyasa vakti. Bazıları kudurmuş gibi bir aşağı bir yukarı sürekli turluyorlardı. Yarım saat içinde üç-dört kez geçen lolitalar gördüm, hiç anlaşılmaz biçimde sürekli gülüyorlardı üstelik. Sonra onların arkasından yürüyen Suriyeli ya da Paki delikanlılar, kızlı erkekli gruplar, güç bela adımlayan yaşlı çiftler, aynı rotayı bir aşağı bir yukarı motorsikletle ve arabalarla yapanlar ve kimse kimseyi rahatsız etmeden süren müthiş bir akış. Bu arada taverna ve barların da hepsi ağzına kadar doluydu. Biz çekilmeye karar verdiğimizde saat gece yarısına yaklaşıyordu ve akış kesintisiz devam ediyordu.
Sabah limanda bir kafede kahvaltı ettik. Menüler Yunanca-Türkçe ve demleme çay vardı, eski düşmanlar için. Sonra bavullarımızı akşam beşte almak üzere pansiyonun girişine bıraktık, gidip arabayı teslim ettik. Artık merkezde turlayabilirdik.
Dükkanlara girip çıktık bir süre. Adanın yollarına döşenmiş ve korunmuş siyah, bordo, sarı taşları seyrettik. Aynı adı taşıyan kütüphanenin önündeki Adamantios Korais’in düşüncelere dalmış heykeline baktık. Kalenin girişine yakın, parkın karşısında yan yana iki taverna vardı. İçleri loş, önlerindeki gölgelikte demlenen insanlar. Özellikle adalarda sabahtan başlarlar içmeye ve gün boyu ara ara içmeyi sürdürürler. Neredeyse bir öğlen uzosu için oturacaktık, ama önce kaleyi gezelim, dedik son anda.
Geniş ve derin bir kapıdan geçerek giriliyor kaleye ve hemen oracıkta bir “müze” var. Girişe yakın yan yana dizilmiş kafe ve restoranların olduğu meydan, güneşin altında kavruluyordu. Camiyi gördük, kenarındaki şerpuşlu mezar taşlarının fotoğrafını çektim, belki birinin işine yarar. Hamama bakındık ama bulamadık, hem zaten terliyorduk. Ötesi çoğu onarılmayı bekleyen iki katlı eski evlerden oluşuyordu. Kaldı ki taverna da bizi bekliyordu.
Ama ikiz tavernaların önüne geldiğimizde ışık değişmiş, büyü bozulmuştu. Sahile vurduk tekrar. Nasıl olağanüstü, ışık içinde yıkanan, tirşe mavisi bir deniz vardı… Bu kadar olur. Gözümüze kestirdiğimiz ilk tavernaya oturduk.
Kalktığımızda, döneceğimiz teknenin hareket saatine vardı daha, bir bara girip, adanın o şahane taze biralarından içelim dedik. Dışarıda rüzgar şiddetini arttırmıştı, biz de içeride bir masada oturduk. Biraz daha karanlıktı, biz de biraz daha içe döndük. Böylece Anavatos’u düşünmeye başladım. Daha doğrusu kayadan atlayarak intihar edenleri. Düşmana teslim olmayı reddetmeyi. Böyle böyle Naziler’den kaçarken geldiği sınır kasabasında, teslim olmamak için intihar eden Walter Benjamin’e kadar varmışım.
Düşmandan ölerek kaçmak lafı dönüp duruyordu zihnimde. Epey paradoksal bir şey. İnsan bir şeyden ölerek kaçabilir mi?
Belki de soruyu şöyle sormamız gerekiyordu, ölümüne kaçılan bu şey ne?
İşkenceye uğrama korkusu mu? Birini ele vermemek telaşı mı? Panik halinde verilmiş şuursuz bir karar mı?
Hepsi olabilir.
Bana öyle geliyor ki, bir de insanın kendi zihni tasavvurunu korumak için ölüme kaçması söz konusu. İnsanlığa, insanlığına dair ömür boyu biriktirdiği tasavvurlarının silineceği bir durumdan kaçmak; yaşasan bile bir daha asla etkisinden kurtulamayacağın kadim kötülükle süreklenmeyi önlemek için ölmeyi seçmek.
Zulme, ölümle çalım atmak, bir nevi.
Bu yazı 2018 yılında Duvar Dergisi’nde yayımlanmıştır.