Tevrat’a göre “başlangıçta deniz ve gök var”mış.
Mavi-beyaz şemsiyenin altındaki şezlonga uzanmış ufka bakarken, buna bir itirazım olmayacağını düşünüyorum. İş hep olduğu gibi detaylarda çetrefilleşiyor: “Enginin yüzü üzerinde bir karanlık” diyor kitap; deniz için…
Bir şemsiye uçuyor kumsalda. Mutat ikindi rüzgarı başladı. Bir deniz imgesi kurmaya çalışıyorum. Nafile! O eski, bildik oyuna kaçıyorum usulca, eski zamanlara. Ya medet!
Yüzüm güneşe dönük, gözlerim kapalı, kapak içleri perde: Sarıdan yeşile, turuncuya kızıla ağıp duran bir ışık tayfında…
Kahverengi yeşil yosunlarla duvar arasında, açılıp kapanan dev deniz analarının kuşatmasındaki sakallı midyeler beliriyor bir zaman sonra; civarda zırhlı gövdeleri, ürkütücü kafalarıyla kaya balıkları dehşet saçıyor. Kışın, fırtınalı havalarda martı kuşları ip gibi diziliyorlar rıhtıma; elde dürbün gelen giden gemilerin bayraklarına bakılıp, kendilerinden tuhaf yaratıklar gibi söz edilen açık deniz kaptanları hayal ediliyor. Karanlıkta Karadeniz’e doğru çıkan ıssız Boğaz vapurları insanın içini titretiyor. Çocukluk denizi aşağı yukarı bu idi.
Ama Boğaz’a deniz demek zor. İnsan denize bakarken bir ufka bakmalı aynı zamanda, bir vaade. İlk gençliğimde Gedikpaşa’nın oradaki yokuşlardan aşağı salardım kendimi, özellikle de bahar aylarında. Hayal denizi bu idi.
Derken yazları Ege’de oyalanır olduk, ama o yaşlarda yoktuk.
Orta yaşla geldi Akdeniz. Teknenin ucuna oturup, bata çıka gidilen mavi, damarlı deniz; baktıkça daha derine batılan.
İyi de klişe bunlar. Bir imge böyle kurulmaz. Oradan buradan kırıntılar toplayarak, onları sıraya dizerek, kutulara yerleştirerek. Bu kadar akıl her şeyi öldürür. En başta da imgenin kendisini. Oysa deniz söz konusu olduğunda hep böyle, koşar adım klişeleşiyoruz.
Karadeniz’in yüzme bilmeyen kaptanlarından Akdeniz’de miras diye kızlara kakalanan koylara geçiyoruz bir çırpıda. Düne kadar çöplerini denize boşaltan yalı sakinleri de ortalıkta dolaşıp sağa sola ayar veriyorlar.
“Korsan olmak isterdim” demişti, “oysa topu topu bir ahtapot yavrusu öldürdüm taşla.”
Gözlerimi açıyorum. Çiğ ışık!
Kumsalda yatanlara bakıyorum, denize girenlere; ortalık bomboş yine de dip dibe duruyorlar. Açıklara gidenler çok az ve belli ki hep böyle kalacak. Hükümranlığını sürdürecek korku. Tatilcilerin standart sorusundan da belli bu: “Buralarda köpek balığı var mı?”
İstiyoruz ki hep biz balıkları yiyelim.
Ancak çok ender anlarda -diyelim açık denizde bir yelkenlide- bazen o kadar çok geriye çekilmeyi başarıyor ki kişi, dünya duruyor ve bir eski zaman denizinin içine düşülüyor. Salt Uzaklık’ın içine… Nasıl bir güzellik anlatamam. Yazık, o sularda uzun boylu oyalanmamız mümkün değil artık. İnsan kendi kendinin kurduna dönüşüyor.
İyi de bu güzellik nereden? Yeterince uzaktan bakmaktan olabilir mi? Hatta bakmaktan ziyade dikizlemekten. Uzaktan… Korunaklı bir yerden. Şu bitimsiz görülmeden görme yanılsamasından.
Deniz manzaralı evlere bunca talep neden?
Denizi büyük karanlık bir göz olarak düşünüyor ve kendimi Eski Ahit yazarının gülümseyen imgesi önünde buluyorum.
Bu yazı 2006 yılında …vs Dergisi’nde yayımlanmıştır.