Kitap

Tarık Sipahi’ye

Elinde çamur ya da kil tutarmış gibi tuttuğu kitabı yüzüne yaklaştırdı; siyah zemin üzerinde sanki bir sihirmiş gibi beliren harflere, şiirle hal hamur olmuş başlığa baktı, bir uçurumdan bakarmışçasına; gerçekten de bir uçurumdan bakıyormuş, başı döndü, etkisinden kurtulmak için arka kapağını çevirdi kitabın ve fiyat etiketine takıldı; öyle bir hınçla yapıştırmışlardı ki kapağı zedelemeden çıkartmak imkansızdı. Kovboyların sığırları damgalamasını çağrıştırıyordu bu, yanmış et kokusu duyar gibi oldu belli belirsiz. 

Neden sonra kitabın ön yüzüne döndüğünde aynı bahçeyi bulamadı bıraktığı yerde. Yeni bir tutamak noktası arayışıyla sırtını çevirdi, kaçacağını hissettiği bir kedinin sırtını okşarmış gibi, pür dikkat okşadı.
Bir yandan da kitaptan kendisine kalan soruyu formüle etmeye çalışıyordu: Ustasını terk edip, sonra kendi olarak dönen çırak ile, yitirme sürecinde -ancak o zaman- sahip olma yanılsamasından kurtulan usta arasındaki azrak ilişki, bir Bay/Kuş’a anlatılabilir mi?
Evvelki akşam, Boğaziçi’ndeki bir bahçede, baharı karşılamanın taşkın sukutu içinde otururlarken söze başladığında, henüz düşünmemiş olduğu şeyi…
Giderek uzayan rahatsız edici sessizliği sona erdirme telaşıyla ya da mırıldanarak ayağına sürtünen kedinin çağrıştırmasıyla, bilemiyor, birden konuşmaya başlamış ama sonra yarı yolda, ne diyeceğini bilemeden, şaşkın, kalakalmıştı. Bay/Kuş, balmumu bir göz kapağının yarı yarıya örttüğü o inatçı tek gözüyle, çaktırmadan süzmüştü kendisini.
Ancak yolu yarıladığında fark ettiği gibi, anlatılacak bir şey yoktu ki; iki sessizlik arasında, ancak tek başına dolaşılacak bir üst-masal’dı elinde tuttuğu, ele avuca sığmayan: ya da öylesine içine çekiyordu ki okuyanı, bulduklarını ateşten bir potaya dökülen çelik eriyiği gibi kaynayıp durmakta olan hayatın içine boca etmesi ve sonra soğumasını beklemesi gerekiyordu. Çarmıha gerilmiş birinin dikkatiyle çivilerin gözlenmesi ve hissedilmesi… Esirgemeye yazgılı olmak… 

“Bildiğini öğretmeyen alçaktır!” diye bağırmak kuşkusuz son derece etkileyici olurdu, ama ne anlama geldiği çok su götürürdü böyle bir edimin. Bildiğin şeyin, bildiğini sandığın şey olmaması basit gerçeği bir yana, bir çiğdemi ezip geçer gibi, başkasının felaketine yol açma ihtimali… Sonra öyle bilgiler vardı ki aktarılamazdı. Bilgiyle kurduğun ilişkiye bağlıydı bu da. Basamak taşıysa kitap; kendi üzerine odaklanmış bakışın, öfke bulutuna dönüşmesi kaçınılmazdı. 

Dalıp gitmiş. Omuzları büzülmüş, başı omuzlarının arasına doğru çekilmiş, benzi solmuş. Gözleri varsa bile, bakıyorlarsa bile, baktıklarının ötesinde yitmiş. Kötü bakıyordun dedikleri -neyse o- gelip yerleşmiş ifadesine. Ağzını açıp da ben sadece kitaba bakıyordum, demeye mecali yok.
Ötede, fırtınayla kabarmış denizin üzerinde bir martı, rüzgara karşı uzun uzun uçtuktan sonra, yüksekten, bir taş parçası gibi düşerek denize, avını yakalıyor. Bir kadınla adam, ahmak ıslatanın altında durmuş bu eşsiz avın yarısını izliyorlar. 

Bir yerde mi görmüştü, yoksa bir kitapta mı okumuştu?
Bir yerde görecek, bir kitapta mı okuyacaktı?..
Belki de kitaptadır umut, diye söylendi kendi kendine; yalandan azade olmadıklarını bile bile. 

Koltuktan kalktı. Sabah erkenden gelirdi sahaf. Hangi kitaplarla işinin bittiğine karar vermesi gerekiyordu.

  1993


Yanıtla