Tarab

Bırakacağım seni zamana; paylamadan, incitmeden
Pişmanlık çekecek acıyı öğreneceksin.
Yakınacaksın duymayacağım; ağlayacaksın acımayacağım gözlerine
Sen, kalbim ellerindeyken kalbimin gözlerine acımayan,
Günler aleyhine döndü.


Şarkı, Ümmü Gülsüm’ün anaforu andıran sesi aracılığıyla dalga dalga bütün bir Arap coğrafyasına yayılıyordu. Tıkıldıkları odalarda insanlar, meyhanelerde içenler, gece vardiyasında çalışanlar, umutsuz hastalar, şoförler, genç kızlar ve oğlanlar, onların anne babaları ve daha da yaşlılar; cumhurbaşkanları, subaylar ve çöpçüler sanki bir film karesi dondurulmuş gibi suspus oluyor, bu sesin içinde yitiyorlardı. Herkes kendine ait bir şey buluyordu şarkıda, oysa o tekrarlana tekrarlana basmakalıplaşmış bir klişeler toplamından ibaretti.

“Seni zamana bırakacağım…”

Radyo günleriydi. Mısır’dan çevre ülkelere yayın yapan Arapların Sesi, Ümmü Gülsüm’ün sesiyle  Sina Çölü’nü geçiyor, Beyrut sahillerinde yankılanıyor, Anti Lübnan dağlarını aşarak Halep’e varıyor, oradan hızla Bağdat’a ulaşıyor, dönüp Şam’a geliyor, Ürdün’den Yemen’e iniyor, Cezayir’e, Tunus’a, Kazablanka’ya varıyordu. Alemin tek kraliçesi, kimi zaman okkalı bir kahveyi kimi zamansa nargilenin içinde kıvrılıp duran dumanların büyüsünü andıran benzersiz ve tanımlanması güç sesiyle en ufak çatlakları bile dolduruyordu. Arap aleminde radyo aracılığıyla toplu bir trans yaşanıyordu sanki…

“Seni zamana bırakacağım…”

Uçan halısıyla Nasır da bu sesin üstündeydi; bir Hollywood yıldızı gibi. Üç kere üst üste “Ya tarab! Ya tarab! Ya tarab!” der demez semayı fırdolanıyor ve herkesin gözünü kamaştırıyordu.

Demek ki aynı zamanda tarab yıllarıydı. Arap Dünyası’nda Müzik ve Tarab Kültürü ve Sanatı kitabının yazarı A.J.Racy, yetkin çalışmasında “Müzik ile duygusal dönüşüm arasındaki kaynaşma Arap kültüründe, Batı dillerinde tam karşılığı her zaman bulunmayan tarab kavramıyla ifade edilir” diye yazıyor ve ekliyordu:

Sözcük ilk olarak Yakındoğu Arap kentlerinin yerli, esasen seküler müziğinden bahsederken kullanılır. Başka bir deyişle sözcük, teori temelli, makamsal yapılı ve profesyonel yönelimli müzik yapma geleneğine, Batılı akademisyenlerin bazen “sanat müziği” diye adlandırdıkları bir alana işaret eder. Tarab terimi tam olarak “sanat” ya da “zanaat” anlamına gelen ve yöresel kent müziğiyle ilgili olarak kullanılan fen sözcüğüyle benzer bir anlam taşımaktadır.  Tarab sanatı anlamına gelen fen el-tarab deyişi de oldukça yaygındır ve yine müziğin bir sanat alanı olduğuna işaret etmektedir.  Daha spesifik bir anlamda ise tarab sözcüğü, Birinci Dünya Savaşı öncesi Mısır ve Doğu Akdeniz Arap dünyasının müzik pratiğinde kök salmış ve doğrudan duygu uyandırmakla ilişkilendirilen eski bir repertuvara işaret eder. 

Doğrudan duygu uyandırmak! Bunun üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü görebildiğimiz kadarıyla Yakındoğu müziği ile Batı müziği arasında, “duygu uyandırma” üzerinden şekillendirilen kadim bir ayrımdan söz ediliyor sürekli. Arap yazar Ahmed Faris eş-Şidyak, “Avrupa müziğinin imgeleri ve kavramları temsil etmeye uygun olduğunu; Yakındoğu Arap müziğinin ise yoğun duygular uyandırmakta uzmanlaştığını” yazmıştı. Bir başkası, İslami tasavvuf geleneklerinde müziğin aşkınlık aracı olarak özgün konumuna dikkat çekiyordu. Büyük bir koro ise hep aynı nakaratı tekrarlayarak, “Arap müziği her şeyden önce dinleyicisiyle duygusal bir bağ kurmak zorundadır”ı terennüm ediyordu. 

Kulağa hoş ve doğru geliyor böyle söylendiğinde, ama şunu da sormak gerekmez mi? Seyircisiyle/dinleyicisiyle duygusal bağ kurmaya çalışmayan bir müzik türü mü var? 

Belki de daha basit bir yerden başlamak gerekiyor.  Müziğin hayatımızda tuttuğu yerden… Soruyu şöyle de sorabiliriz: Ya hayatımızda müzik olmasaydı?  Boşluk ve yalnızlık, asıl o zaman katlanılması imkansız şeyler olurdu ve biz bir sessizliğin içinde kafayı yerdik.  Toplu intiharlar görülürdü. Neyse ki hayatımızda hep bir fon müziği var, onlar azaldığında ya da kifayet etmediğinde biz de kendi kendimize bir şeyler mırıldanmaya başlıyoruz.  Hemen hepimizin çeşitli ruh halleri için oluşturduğu, özel repetuvarları var. Daha büyük gruplar için de geçerli bu. Ortak müzikal ezgiler, ortak bir ayinin kurulmasını sağlıyor ve tıpkı yemek bahsinde olduğu gibi bu da bir noktaya kadar kültürel coğrafyayla ilişkili. 1934’te Türkiye Cumhuriyeti radyoda alaturka çalınmasını yasakladığında, insanların kısa dalgadan Arap radyolarını dinlemeye başlamaları örneğinde görüldüğü gibi. 

Peki ama “doğrudan duygu uyandırmak” ne olacak? Orhan Gencebay’ın şarkıları doğrudan duygu uyandırıyor da, Patti Smith’inkiler uyandırmıyor mu yani? Hiç sanmıyorum. Üstelik ayinin ne zaman nerede yaşanacağının da garantisi yok. Kazım Koyuncu “Bazen insanların kalbine doğru söylüyoruz,” demiyor muydu? Eğer bir duygusal hiyerarşi aramıyorsak, olsa olsa farklı ritüellerden söz edilebilir bu bağlamda. Çünkü müzik varsa şaman da tarab da oradadır. İster Doğu’da olalım, ister Batı’da.

Söylenenlerden niyet şu olsa gerek: Doğu’da esrime ritüellerine çok daha fazla önem verilmiş, bunlar üzerinde daha titizlikle durulmuş, hatta esrimeyi gerçekleştirmek için yapılması gerekenler belli kurallara bağlanarak, esrimenin garanti altına alınması için ayrıca çaba harcanmıştır. Yazılanlara bakılırsa bunda bir ölçüde İslam inancının da payı olsa gerek. Bu bağlamda özellikle tasavvuf öğretisinin müzikle kurduğu ilişki ve hemen bütün tarikatlardaki zikir ayinlerinden söz edilebilir. 

Halep’in tarab yaratma konusunda en önemli merkezlerden biri olduğu yazıyordu kitaplarda. XIX. yüzyıl sonuna doğru burada kırktan fazla tasavvuf tekkesi bulunmasındandır belki de. Halep Mevlevihanesi, Bab-ül-Faraç’ın dışında, iki Farsi tarafından kurulmuştu. Konya’dan sonra en önemli Mevlevihane’ydi. 1925’te Türkiye’de tekkelerin kapatılmasından sonra bütün dünyadaki Mevlevihanelerin merkezi oldu. XIX. yüzyılda Halepli önemli bestekarlardan ikisinin Mevlevi tarikatıyla doğrudan ilişkisi olduğu bilinen bir şeydi. 

Öte yandan müziği algılama biçimi de bambaşkaydı İslam’da. Halepli yaşlı bir kemancının söylediği gibi, “Müzik burada bir ’emanet’tir; yani başkasının (Allah) bize güvenerek göz kulak olmamız için bıraktığı bir emanet.” Tarab kültürü bunlardan da beslenmiştir elbette.  Ama bu müziği dinleyen, ona aşkla bağlanan Hıristiyan Arapları ne yapacağız o zaman? İslam  bu coğrafyada doğduğunda, burada yaşayan Hıristiyanların müziklerinden neler aldı acaba?  Ya Hıristiyanlıktan önceki pagan müzik nasıl bir şeydi? XIII. yüzyılda buralara gelen Hulagu’nun Moğollarına ne demeli?  Anonim ya da Siyah Kalem ismiyle, minyatür tarihine pagan resminin en güzel örneklerini bırakan bu insanlar, ne tür müzik yapıp dans ediyorlardı ve bu coğrafyadaki müzisyenler onlardan nasıl etkilendi? 

Bunlar üzerine çok fazla kaynak yok el altında yazık ki. O zaman tarab‘dan devam etmek en iyisi. Tarab‘ı sağlayan şarkıcıya erkek ise mutrib, kadın ise mutribe deniyor. Tarab müziğine gönül vermiş izleyicilerin adı ise “iyi dinleyen” anlamına gelen sammi’a. Ünlü mutrib‘lerden biri olan Abdülhay Hilmi (1857-1912) bir tarab gecesinde yaşananları şöyle anlatıyordu:

Sammi’a zamanın nasıl geçtiğini anlamadı… Göğün ve toprağın üzerine gece çöktü. Ay, güzel sesin şarabıyla dolu ışık saçan bir kadehti. Şenlik meclisi her geçen saatle daha hoş ve keyifli hale geliyordu. Tarab onlara ruhlarını kuvvetlendiren bir hafiflik hissi veriyor, onlar da Abdülhay ile birlikte sanki onun korosuymuş gibi şarkı söylüyorlardı. Yaşadıkları esrime, gecelerinin zamandan koptuğunu ve asla bir sabahla noktalanmayacağını hayal etmelerine neden oluyordu.

Böyle bir geceyi yaşamış olan onu nasıl unutabilir ki? Biz de bir zamanlar ud ve yaylı tambur eşliğinde bu yolculuklara çıkardık ve Abdülhay Hilmi’nin anlattığı gibi, zamandan azade olduğumuz duygusuyla dolardık; duygusuyla dolmak ne kelime vecd içinde düpedüz unuturduk onu. Bu yüzden değil midir, çok az parçasını dinleyebildiğimiz, kemençesini hiç duymadığımız Tamburi Cemil, sırf o esrimeyi yaratanlardan biri olduğu için toplumsal hafızamızda yaşamaya devam ediyor. 

Öte yandan Abdülhay Hilmi’nin aktardığı gecenin sözcüklerini, oradaki belagati de atlamamak gerekir. Bunlar tam da tarab‘a gönül vermiş bir sanatçının sözcükleridir.  Tarab şarkılarında sürekli aşktan söz edilir, aşkla ilgili imgeler kurulur, anıştırmalar yapılır. Gül bahçeleri vardır, büyüleyen gözler, sahte umutlar, sarhoşluklar ve kadehler; cinaslar, çift anlamlı sözler… Gündelik hayatın akışına yer yoktur burada, donmuş bir zamanın çoğaltılmasıdır daha çok. Biraz Kazablanka filmine benzetilebilir tarab‘ın etkileme gücü. İnandırıcılığı olmasa da o kadar çok klişe, öyle ustalıkla yan yana getirilmiştir ki, o duygusal etkiden kaçıp kurtulmanın imkanı yoktur. 

Sammi’a da kaçıp kurtulamaz zaten, ama bunların da türlü türlü çeşidi vardır. Ümmü Gülsüm, bir yandan Nil Nehri gibi uzun ve güçlü bir ırmak olarak akan nefesiyle herkesi kendinden geçirirken, bir yandan da diva maskının ardından, buz gibi gözlerle sammi’a’yı inceleyerek onları dört ana kategoride toplamıştı:

Birinci dinleyici tipi aşırı derecede hassastır ve harikulade şekilde kendinden geçer. Onu bir bilinçsizlik (şurud) ve inilti boşluğunda yüzerken görürüm, sonra aniden, diğerlerinin alkışladığını duyunca kendine gelir ve onların alkışına katılır. İkinci tip, hızla değişen ruh halleri sergiler. Aşırı derecede sakindir, fakat şarkıyı duyar duymaz tarab‘ın etkisi altına girer ve son derece heyecanlanır. Cümle aralarında bağırır: “Keman ya Sitt!” (Bir daha söyle, ey hanımefendi!) ama bununla da yetinmeyip, aşırı neşeden (naşva) dolayı oturduğu yerin üstüne çıkar ve takdirini herkes gibi alkışlayarak göstermek yerine tarbuşunu (fes) havaya fırlatır. Üçüncü tip dinleyici, çok enerji harcayarak ama büyük bir tutkuyla şarkılara eşlik etmeyi sever. Ne yapacağını görmek için daha pasaj bitmeden şarkı söylemeyi aniden kestiğimde, çoğu kez utancını diğer dinleyicilerden gizlemeye çalışırcasına gülümseyerek etrafına bakındığını görürüm. Dördüncü tip dinlemek için değil de dikkat çekmek için gelenlerdir. Benim muharric, yani “soytarı” dediğim bu tuhaf insan türü, ne zaman tarab zevkiyle (intaşa taraban) kendinden geçse diğerleri gibi alkışlamak yerine ağaç sopasıyla yere ya da oturduğu şeyin kenarına vurur. O herkes gibi “Tekrar!” demez; bütün salonu kahkahaya boğan uzun bir uluma koyverir. 

Sahneden aşağısı böyle görülüyordu işte, ama hanidir aşağıdan görülen sahnenin durumu da çok iç açıcı değil doğrusu. Birkaç kez uydudan Mısır televizyonunda konser izledim. Sahne iyice uzak ve kopuk bir yerdi ve öyle altın sarısı renklerle bezenmiş, öyle ışıklandırılmıştı ki, uzayda bir yer olduğuna yemin edebilirdim. Arkada orkestra, her biri kendi sandalyesinde ve aralarında epey bir mesafe olacak biçimde yerleşmişlerdi: kanun, keman, ud, klarnet, yaylı tambur, darbuka. Saz takımındakilerin hepsi yaşlı ve mesleğin erbabı insanlardı şüphesiz ama şarkılara öyle teatral mimik ve jestlerle eşlik ediyorlardı ki, insan bir süre sonra Muppet Show‘un moruklarına bakıyormuş duygusuna kapılıyor ve kıkırdayıp durmaktan alamıyordu kendini. Bu arada kamera, bütün bu teatralliği daha da çok gözümüze sokmak için, ha baba de baba uzayan taksim sırasında, sazendeleri tek tek gezinmeyi sürdürüyordu. Nihayet, bütün bunların üzerine tüy dikmek için, alkışlar ve çığlıklar eşliğinde, sahnenin parıltısını bile gölgede bırakan kıyafeti ve opera makyajıyla mutribe arz-ı endam ediyordu. Her şey bir Kabuki gösterisindeki gibiydi.

Yıllar içinde Arap müziğini çok yakından takip etme şansımız olmasa da, derdini çekmek gibi bir tuhaflığa maruz kalmışlığımız vardır; burada onu da söylemek lazım. Bizim yetişme çağımızda, ortalık Arap müziğiyle yıkılıyordu. Yoo, sadece Orhan Gencebay, Mine Koşan filan gibi arabesk etiketi yapıştırılanları söylemiyorum; o yıllarda, örneğin Erkin Koray da doğrudan Arap müziğinin yörüngesindeydi (meraklısı, Savsan el Hasan’ın şarkılarına takılabilir). Binmek zorunda olduğumuz minibüslerde Gencebay çalıyordu. Buna karşın televizyon ve radyoda yasaktı. Devlet gibi, kentsoylular da ondan hiç hazzetmiyorlardı. Bütün bunlara da eyvallah! Kat’a anlaşılmaz olan, halkın iktidarını kurmaya çalışan solcuların da aynı telden çalmalarıydı. Arabesk dinlerken yakalanan sempatizanlar, tek ayak üstünde köşeye yollanacaklarından emin olabilirlerdi. O zaman bu olay üzerinde yeterince durulsa çoğu solcunun aslında sadece genelevde ulusalcı olduklarını anlamak için, milenyumu beklemek gerekmeyecekti.

Halep kenti eskiden ummu’t tarab, yani tarab‘ın anası olarak bilinirmiş. Refik Halid Karay da sürgün yıllarının önemli bir kısmını geçirdiği Halep’in 1920’lerdeki gece hayatını yere göğe koyamaz. Sabahlara kadar eğlenen, bol paralı, safa düşkünü bir Halep’ten söz eder. Yahya Kemal’in Endülüs’ü gibi, Karay’ın Halep’inde de havada sürekli zil sesi çalkalanır.Nehir kıyılarındaki açık hava gazinolarında başlar gece alemleri, teller inler, yanık bir ses dolaşır ağaç altlarına kurulmuş masaları; ama bu hüzün şimdiliktir, birazdan mızraplar hızlanır, darbukanın ritmi yükselir, yılankavi bir dansözle birlikte şuh bir neşe, masaların arasında gezinmeye başlar. Bu bile uvertürdür. Vakit gece yarısını geçtikten sonra otel odalarında ve kır evlerinde asıl eğlence başlayacaktır.

Otel odalarını ve kır evlerini görmedik tabii ama eski şehrin dışında, zengin mahallelerindeki birtakım evlerde ve konaklarda bugün de kapalı devre, özel eğlencelerin sürdüğüne, şahane tarab geceleri yaşandığına şüphe yok. Gerçi onların da ne kadarı tarab‘a ne kadarı eller havaya tarzı bir eğlenceye çalıyor pek belli değil.

Halep’in içindeki mekanlarda o eski Halep gecelerinden geriye çok da bir şey kalmamış. Ticari nümayişin bitmesiyle birlikte, eğlence merkezinin ağırlığı Şam’a kaymış. Ekmek peşindeki müzisyenler de aynı yolu izlemişler. Yerel halkın hafta sonları eğlendiği kalabalık salonlarda orgadam çoktan başköşeye kurulmuş. (Oysa Ümmü Gülsüm’ün, 1932’de konser verdiği Azbekiyya Tiyatrosu’nda, önüne konan mikrofonu öfkeyle yere fırlatması dün gibi hatırlarda: Seni zamana bırakıyorum!) Uzun saçlı, sürmeli gözlü, kalın dudaklı, iri göğüslü ve yuvarlak kalçalı genç şarkıcı, ağır altın takılarıyla pistte geziniyor ve Sahdel El Harbawi’nin oynak parçalarıyla herkes kendinden geçiyor.

Savsan el Hasan gibi daha damardan ablaları dinlemek istiyorsanız, Bab-ül Farç civarındaki, çoğunlukla erkeklerin takıldıkları kimi meyhanelere ya da gece kulüplerine gitmeniz gerekiyor, ama hafta içi. Hafta sonları oralarda da çıs-tak hakimiyeti var. Tarab müzisyenleri de, “Tarab öldü!”, “Nayır ölemez!” tartışmaları içinde giderek daha şizofrenik bir hayata sürükleniyorlar. Gönül tellerini titreten müzikle, piyasanın talep ettiği arasında küçücük, daracık bir köprü kurmanın bile imkanı yok. Halep’e özgü geleneksel müzik kültüründe yer alan ve önceden bestelenmiş ölçülü vokallerin seslendirilmesine dayanan muvaşşah‘lar da mumla aranıyor. Televizyon kanallarında dönen klipler, Kral TV ekolü ve bir şarkıyı diğerinden ayırmak hiç kolay değil; çoğu zaman şarkıcıları ve klipleri de.

Ancak kente gelen turist sayısının artması, otellerin ve şıkıdım restoranların çoğalmasıyla birlikte başka olanaklar da görünüyor ufukta. Bunlardan birine tanıklık etmek için, bir cumartesi akşamı Cüdeyde’deki Beyt Vekil Restaurant’a gittik. Biz oraya vardığımızda saat ona geliyordu ve mekan çoktan yükünü tutmuştu. Hiç penceresi olmayan dikdörtgen salonun -belli ki eski avlunun üzeri kapatılarak oluşturulmuş- ortasında, yine dikdörtgen formda ve içinde balonlar yüzen su dolu havuz vardı. Masalar bunun etrafına dizilmiş ve havuzun üstüne bir platform yerleştirilmişti. Platformun üzerinde tek bir koltuk vardı ve önünde duran mikrofona rağmen insanda taht çağrışımı yapıyordu. Salon büyük ölçüde iki turist kafilesi tarafından paylaşılmış durumdaydı. Biz, zeminden üç-dört basamakla çıkılan ve sahneyi tam karşıdan gören kare platformada oturduk. Masayı donattılar, arak açıldı, tahtın varisini beklemeye başladık. Kısa süre sonra bir ud tıngırdamaya başladı. 35 yaşlarında, kirli sakallı bir adamdı udi. Çalışı rahattı, hata fazla rahat. Sanki ben buraların adamı değilim, der gibi bir gevşeklik içinde. Bilirsiniz işte, yemek yiyenlere eşlik müziği yapan biri gibi… Biz de tadımız kaçmış vaziyette onun çalışına koşut şöyle göz ucuyla izliyor ve yarım kulak dinliyorduk.

Dalmışız, ud susunca ayıldık. Müzik bu kadar çabuk bitmiş olabilir miydi? Meğer arkadaki gruptan birinin ud çalası gelmiş. Udi, pek sık rastlanmayan bir rahatlıkla sazını gruptakilere uzattı ve tahttan feragat edip kenardaki masalardan birine kuruldu. Grup bize uzaktı ancak çalıp söylemeye başladıkları zaman Türkiye’den gelmiş olduklarını anlayabildik. Mekan kısa sürede 30-35 kişinin hep bir ağızdan okumaya çalıştığı şarkılarla çınlamaya başladı; ama ud tıknefesti ve başlanan hiçbir şarkı nihayete ermiyordu.

Neyse ki yarım yamalak repertuvar kısa sürede bitti, saz sahibine döndü ve udi nihayet müzisyen gibi çalmaya başladı. Udinin çalmayı deneyip de tamamlayamadığı bütün parçaların ana temalarının içinde yer aldığı bir doğaçlama dinlemeye başladık. Ud, sanki saksafonmuş gibi özgürce koşuyordu. Bir parçadan diğerine geçerken, bir melodinin etrafında çeşitlemeler yapıp başladığı noktaya dönerken, en ufak bir kararsızlık bile hissedilmiyordu. Sanki her gün gittiği yoldan eve dönen bir atın rahvan adımlarıydı bunlar; bir adım diğerini öylesine doğal takip ediyordu ki, şu an içeri giren ve durumu bilmeyen biri, çalınan şeyin repertuvara dahil olduğuna yemin edebilirdi. Udi, hiç abartısız, yedi-sekiz parçanın kuyruğunu birbirine bağlayıp onlarla kalın bir halat yaptıktan sonra, biraz da kendisiyle ve bizlerle şakalaşır gibi doğaçlamasını “Üsküdar’a gider iken”in nağmeleriyle bitirip alkışlar arasında sazını kenara bıraktı. Biz de o saçma tahtı yeniden görmeye başladık.

Müzisyen, yan masadakilerle özel bir seans için pazarlık etmek için oturduğumuz yere geldi sonra. Bu vesileyle biz de kendisiyle konuşmaya başladık. Adı Kadri Bostani’ydi, onun Beyt Vekil antetli kartvizitinin arkasına yazdığı şekliyle, Kadry Bostany. Sahne adı olarak da böylesi daha iyi. İltifatlarımızı çok alışık biri gibi karşıladı ve daha iyisini görmek istiyorsak gece birden sonra, Dedeman Oteli’ndeki Şehrazat Bar’a gelmemizi söyledi. Yazık ki o gece mümkün değildi ve ertesi gün de o çalmıyordu ve ondan sonraki gün biz şehri terk ediyorduk. Belki bir tarab gecesini değil ama bir müzik ziyafetini kaçırmış olduk böylece.

Beyt Vekil’den otele doğru yürürken sanki içimizde bir koridor açılmış ve biz oradan gelen serin rüzgarla yıkanmışçasına dinçtik. Bir zamanlar Refik Halid’de okuduğum, bir tarab gecesinden sonra, çölde su kenarında karşılanan tanyerinin güzelliğini anlatmaya çalışıyordum Sib’e, ama beceremiyordum. Beceremiyordum çünkü hikayenin kendisinden çok, dile getirilişindeydi ustalık:

Yarı çöl, sıcak iklim düzlüklerinde gün ağırmaları biraz ağaca, bir parça da suya rastgelirse seyrine doyulmaz bir güzellik alır; gök bütün büyüsünü, bu ufacık sahnede gösterir. Ağaçlar bakarsınız dumanlaşırlar; duman da buğu kadar incelir; biraz geçince hepsinin boşluğa karışacağını, kaybolacağını sanırsınız. Halbuki tekrar katılaşırlar; renkten renge girerler, çiçek açmışa, taze yaprak vermişe, yaprak dökümü zamanına, kar yağmışa dönerler; dört mevsim yarım saatte üzerinden geçer gider. Su ise olduğundan çok derin, çok geniş görünür zanki etrafında çamlı ve çiçekli yamaçlar ve gökte elvan elvan bulutlar vardır; renklerin her çeşidi değişe değişe içine vurur.Fakat bunlar öyle, sadece parlak, kuru, yalnız üstte kalan boyalar değildir; fazla kadifeli, fazla şaraplı, hareketli ve derindedirler. Ateşten henüz çekilmiş bir reçel gibi kabardıklarını, taştıklarını, köpürdüklerini, tanelerinin yuvarlandığını görürsünüz; sonra o köpükler ve kaynama kesilir, önünüzde ne tam ışığa, ne de tam boyaya benzeyen duru, saydam, havadan hafif bir renkli şey, bir iz kalır.

Çöl sabahını bir küçük su kıyısı ve birkaç dal altında geçirmiş olanlar; dünyanın en güzel yerlerinde dolaşmış ve bereketli seherleri seyretmiş bulunsalar gene hepsinden fazla o manzaranın zevkini ve hatırasını taşırlar; yalnız hayalini değil, sanki tadını, kokusunu, musikisini de ömürleri boyunca duyarlar.

Halep / Serhat Öztürk / Can Yayınları / 1. Basım 2011

Yanıtla