Halk arasında kör sokak olarak da anılırlar. Çamurludurlar. Bazıları fena, bazıları yılankavi olur. İstinye’deki Bayır Çıkmazı gibi deve bağırtan türünden olanları da vardır. Çıkmaz sokakları tanımlamak gerektiğinde sadece halk değil, mimarlar da “kör” sıfatına el atarlar: Şehrin kör bağırsakları. Bir kere giren aynı yoldan geri dönmek zorundadır, ama kimi umarsız “ruhlar”ın ya da bir polisiyede “çıkmaz sokak cinayeti”ne kurban gidenlerin, dönmedikleri de görülmemiş, duyulmamış şey değildir.
Bilindiği kadarıyla Arap ellerinde, Çin’de ve özellikle Doğu Avrupa’nın kimi kentlerinde de rastlanmaktadır çıkmaz sokaklara, ama İstanbul’da yaşıyorsanız, onlarla olan ilişkinizi “rastlamak” fiiliyle nitelemek yetersiz kalır. Kimi zaman bacası penceresinden çıkan bel vermiş ahşap ev, kimi zaman otopark, bazen de sedire kurulmuş çay içen başı bağlı kadınlar ya da içindeki incir ağacıyla saklı bir bahçe olarak, İstanbullu’nun hep yanıbaşındadır çıkmaz sokaklar.
Gerçi şimdilerde yayımlanan ansiklopedilerde -Ana Britannica örneğin- çıkmaz sokak maddesinin esamesi okunmamaktadır ama, Reşat Ekrem Koçu’nun yarım kalmış İstanbul Ansiklopedisi’nde hazır ve nazırdılar. Koçu, 1934 yılında basılmış İstanbul Belediyesi Şehir Paftalarından yararlanarak, 399 çıkmaz sokağın adını sayar ansiklopedisinde ve ekler: “Kuşkusuz İstanbul gibi bir belde için bu rakam çok ufaktır.”
Bugüne dek, çıkmaz sokakların oluş nedenleriyle ilgili çeşitli görüşler öne sürülmüştür. A. Akagün ve E. Egli’ye göre Müslüman mahallelerinde mahremiyet ve evlerin mümkün olduğu kadar tek aileye ait olması keyfiyeti rol oynar, çıkmaz sokakların oluşumunda. Türkiye’de doğrudan çıkmaz sokaklar üzerine yapılmış tek çalışma da budur. Ötesi Almanların bir meselesi olarak görülebilir.
Bu Almanlardan, çıkmaz sokaklar üzerine araştırmalar yapan G. Schwarz’ın, “Aynı soy ve kabilelerin bir araya gelmesi ve diğer soylardan ayrılmak için çıkmaz sokaklar oluşturmaları” görüşü, daha çok kabile yaşamının egemen olduğu Arap şehirleri için geçerli bir teoridir.
Bir diğer Alman R. Meyer’in öne sürdüğü “Pazar mahallinden çıkan şua şeklindeki caddelerde arsa sahiplerinin haklarını korumak üzere buradan ayrılan yolların, çıkmaz sokak haline gelmesi” tezi ise, içinde kimi doğru öğeler bulundurmakla birlikte, inandırıcı bir açıklama olarak kabul görmemiştir.
Bunu inandırıcı bulmayıp 1960’ların ilk yarısında İstanbul’a gelen ve araştırmalar yapan yine bir Almandır: Kiel Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü Doçenti Dr. Reinhard Stewig.
Stewig’in 1966 yılında Baha Matbaası tarafından dilimizde de yayımlanan etüdü “İstanbul Şehri Örnek Alınarak Doğulu Çıkmaz Sokak Bünyesinin Meydana Geliş Sebepleri ve Gecekondularla İlişkisi Bakımından Bir Araştırma” başlığını taşıyor. Stewig çalışmasında kentimizin sokaklarını, mahallelerini incelemiş, eski ve yeni şehir planlarını karşılaştırmış, o yıllarda henüz çiçeği burnunda olan Zeytinburnu gecekondu mahallesinde saha araştırması yapmış ve bütün bunlarla bir sonuca varmış: “Çıkmaz sokakların teşekkülünde gaye, caddelere çıkan bir sokak değil, arada kalmış mahallelere ulaşan bir sokak yapmaktır.” Bu durumda doğaldır ki arsaların parçalanması ve bölünmesi, plansız kentleşme, çıkmaz sokakların oluşumunda en önemli nedeni oluşturuyor. Ancak Stewig, A. Akgün ve E. Egli’nin teorisini de yabana atmıyor, çünkü özellikle serbest sahalarda oluşan çıkmaz sokaklar -örneğin Boğaziçi’nde görülünler- için İslam’dan kaynaklanan bir açıklamanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyor.
İslam’dan yani İslam hukukundan kaynaklanan bir açıklama. Roma hukukuyla İslam hukuk arasındaki fark, aynı zamanda bir Roma kentinin oluşumuyla, İslam kentinin oluşumu arasındaki farktır diyebilir miyiz? Araştırmacı Stefanos Yerasimos’a göre diyebiliriz. Yerasimos’un açıklaması, çıkmaz sokakların, tarih boyunca İslam kentlerinde niye kesintisiz bir çizgi izlediğini de gözler önüne seriyor.
“İslam hukukunda çok önemli iki prensip var. Bunu yeterince anlamadan hiçbir şeyi anlayamıyorsunuz. Bir, Fransızların “espace public” dedikleri kamusal mekan prensibi, konsepti yoktur bir İslam kentinde. İslam hukukuna göre sokak, yani iki tarafı açık olan sokak bütün müslümanların ortak mülkiyetidir ve bir çıkmaz sokak yalnızca etrafında oturanların ortak mülkiyetidir. Kamusal mekan prensibi olmadığı için, bir adam yolun üstünü kapatabilir, birbirinin karşısındaki evler ona aitse üstünü kapatıp oda yapabilir. Yolun ağzını kazar, kendisine foseptik ya da kuyu açabilir hatta. Prensip de başkalarını rahatsız etmemektir. Başkalarını rahatsız etmezse yolun bir kısmını kendi evi içine bile alabilir. Eğer yoldan geçenlerden bir kimse kadı’ya gidip, muhtesip’e gidip bir şey söylemezse… Bu çok önemli.”
Roma hukukuyla olan ikinci temel farkı ise şöyle anlatıyor Yerasimos: “Roma hukukunda limit diye bir şey vardır; bu bir çizgidir, bir sınırdır, çok soyut bir şeydir, çünkü bu kalınlığı olmayan bir çizgidir. Bu konsept, bu prensip İslam hukukunda yoktur. Onun yerine arsa dedikleri bir mekan vardır ki, bu bir geçiş mekanıdır. Bu geçiş mekanını, özel mülkiyet sahibi, genele yani ümmete zarar vermemek şartıyla bir yere kadar kullanabilir. Bütün bu farklılıklar, bütün İslam hukukunda aynıdır ve şehir mekanını bunlar yaratır.”
Yerasimos’a göre bu organik bir strüktürdür ve belli bir modelin sonucu değildir. Çünkü Araplar olsun Türkler olsun, yeni kentlerini Roma’nın satranç kent modeline göre kurmuşlar ama aradan iki-üç yüz yıl geçtikten sonra, bu satranç kent yine organik modele dönmüştür.
İki asırı aşan Batılılaşma serüvenimizde kamusal alanla özel mülkiyet arasında bir denge kurmakta zorlanmamızda ve bu ilişkinin 70 küsur yıllık Cumhuriyet döneminin sonunda, bugün de arapsaçını andırmasında, Yerasimos’un söylediklerinin yabana atılmayacak bir payı var kuşkusuz. İslam hukukundan gelen bu tarihsel birikintinin, günümüz insanlarının duyuş, düşünüş ve eyleyişleri üzerinde etkisi olmadığını söyleyebilir miyiz?
Ancak Stewig’in araştırmasında yer alan bir tespiti de atlamayalım. Stewig, İstanbul’daki çıkmaz sokakların oluşumunun Fetih öncesinde başladığını söylüyordu. Fetih’den sonraki dönemde de çıkmaz sokak oluşumu sadece Müslümanların yaşadıkları mahallelerde değil, Rum, Ermeni ve Yahudi mahallelerinde de olanca hızıyla sürmüş.
Çıkmaz sokak oluşumunun İstanbul’da halen devam etmekte olduğunu söylemek abartı olmaz. Gerçi, gerek Cumhuriyet’in ilk yıllarında, gerek 1950’lerdeki DP döneminde ve sonrasında yapılan imar hareketleri sırasında birçok çıkmaz sokağın tarihe karıştığı doğruysa da, bunların yerine, özellikle 1950’lerden sonra yoğunlaşmaya başlayan ve 70’li, 80’li yıllarda baş döndürücü bir hızla çoğalan gecekondu mahallelerinde, yeni çıkmaz sokakların peydahlandığı görülmüştür.
Bir kentte bu kadar çok çıkmaz sokak olur da, o kentte yaşayan sanatçılar bundan dem vurmazlar mı? Edebiyatımız bu konuyu yeterince işlememiş olsa da, çıkmaz sokağı otağ tutan ya da şöyle bir dokunup geçen metinlere rastlamak mümkün. Ama büyük çoğunluk çıkmaz sokaktan ziyade, onun mecazıyla ilgili. Çıkmaz sokağın ölmekte olanın, soluksuz kalmanın, tükenmenin ifadesi olduğu doğrudur doğru olmasına ya, insan yine de bu mecazın hep bir matemi çağrıştıran kara gözlüklerle ve eğilip bükülmez bir çelik sertliğiyle karşımıza çıkartılmasını anlamakta güçlük çekiyor. Hele aynı mecazın, kentin çıkmaz sokaklarını dolaşırken yoğun bir ironiyi terkisine aldığı düşünülürse.
Beyoğlu’nda Kadın Çıkmazı, Kanlıca’da Yavru Çıkmazı, Heybeliada’da Ergen Çıkmazı, Taksim’de Mücadele Çıkmazı, Göztepe’de Dilsiz Çıkmazı, Kasımpaşa’da Keramet Çıkmazı, Şehremini’de Dullar Çıkmazı, Üsküdar’da Huylu Çıkmazı…
Beyoğlu’ndaki düşman çıkmazları da atlamayalım: Cezayir Çıkmazı – Fransız Çıkmazı.
Daha fazla malumat isteyenlerin, Hasköy’deki Nöbetçi Çıkmazına müracatları…
Yaşama Sanatı Dergisi. 1996